Bilge bir milletin evlâtlarıyız.
Onların bilgeliği, tarihe kazınan yazılarla olduğu gibi, bir de dilden dile, söylemden söyleme geçe geçe günümüze kadar ulaşmış…
Ve o bilge atalarımız, yaşadıkları tecrübelerin ışığında demişler ki:
“Kahpesi içerden olanın kapısı kilit tutmaz!”
Günümüze uyarlarsak:
“Haini içerden olanın, düşmanı galebe çalar!”
***
Yetişmiş gencecik ve pırıl pırıl evlâtlarımız ülkemizi birer ikişer terk ederlerken…
Ve bu terk edişler, bu beyin göçü geleceğimizi tehlikeye atarken…
Yivi seti silinmiş eski tüfek muhteris siyasetçiler; ülkemizi ve milletimizi cehlin karanlığına sürüklüyorlar!
***
Ortaçağı yaşayan Suudi Arabistan, genç bir veliaht prens (fiilen kral), cesurca hareket ederek, ülkesini ve halkını uygar dünyaya entegre etmeye çalışırken…
Uygar bir ülkeyi Ortaçağ karanlığına döndürmek için çaba harcayan ve kendi ihtirasına milletimizi kurban vermek için her türlü hileyle, desiseyle ve kurulan tuzaklarla oyun üstüne oyun oynanırken; ve de yıllardan beri gelen demokratik teamüller ile birlikte Anayasa’yı bile hiçe sayan bir zihniyetten; bu ülkeyi kurtaracak olan gelecek nesillerimizi iyi eğitmek ve korumak zorundayız…
Yoksa gırtlağımızı sıkarak bizi zifiri karanlığa sürükleyecekler…
Vahabî zihniyeti, benliğimizi teslim alacak!
***
İşte onun içindir ki; ihanet çemberini, sirk cambazı kurnazlığıyla kurtuluş umudu ve çaresi diye bize pazarlamak istiyorlar!
Türk milletinin çok büyük bölümü bu kurnazlığın farkında olsa da, çağın gereği olan bütün enstrümanlar ellerinde olduğu için ve kendi istikbâl ve ikbâlleri için pervasızca kullanıyorlar ve göz boyamak için derin çabalar harcıyorlar…
Böylece de zevahiri kurtardıklarını düşünüyorlar…
***
Bu, milletimizin yaşadığı ilk buhran değil…
Uygar dünyaya adapte olmak için adım atılan Tanzimat Fermanı’nın üstünden neredeyse iki asır geçiyor…
Arada yaşanan nice savaş yılları…
Otuz üç yıllık istibdat devri…
Sultan Ahmet Meydanı’nda kurulan dârağaçları…
Cellat Çingâne İzzetler…
***
Hürriyet vaat eden İttihatçılar…
Koca bir dünya savaşı…
Yenilgiyle yaşanan büyük hüsran…
Elde kalan küçücük bir vatan toprağı…
Ve elini ateşin içine sokarak ve de kızgın koru avuçlayarak bize bu aziz vatanı bırakan bir yiğit vatan evlâdı ve onun kahraman silah arkadaşları…
***
Tarih okuyan aydın insanlarımız çok ama, hiç okumayan cahillerimiz daha çoktur.
Hem cahil hem de nankörler, o kahramanlara yıllarca kin, nefret ve irin kustular…
Oysa o kahramanların kurdukları cumhuriyet ve bilimin ışığında adım adım gidilerek ulaşılan demokratik değerler, biz yeni nesillerin onuru olmuştur.
***
Ve şimdi, Suudi halkını Ortaçağ karanlığından çıkarmaya çalışan bir prens, işte bizim kahramanlarımızın bize bıraktığı aydınlık bir dünyaya ulaşmak için, bağnaz ve yobaz Vahabî kafalarla mücadele ediyor…
***
Orada “kraliyetten çıkış ve demokrasiye geçiş” mücadelesi edilirken…
Biz de “demokratik değerleri ve yılların tecrübesiyle kurulabilen hukuku” yıkıp, ilânihaye yaşayacağı zannedilen bir yeni krallık kurmaya çalışıyoruz…
Benliğimizi saran ihtirasın esareti altında şuurumuzu yitirmiş gibiyiz…
Adeta dağbaşı kanunlarıyla Ortaçağ’a dönmek için çırpınıyoruz.
Ne hazin bir çelişkidir…
***
Yazıyı Namık Kemal merhumun, başyapıtıdır dediğim “Hürriyet Kasidesi”nden üç beyitle bitireceğim…
***
İlki kendi adıma:
Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten…
*
Özgürlük aşıkları adına:
Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten…
*
Ve o aziz şairin aziz hatırasına:
Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nazende sahralar
Uyan ey yareli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten…
***
Umutlarımızın tükenmemesi dileğiyle…