Toplumsal Travma…

Cahit Kılıç 1.07.2024 21:22:50

Önce bir şiirle başlayalım. Ve şiir güzelliğinde bir yaşam temenni edelim…
***
Ağzımın tadı!

Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu dârağacı suratlı toplum!

Oktay Rifat

***
Bu ülke hep böyledir. Çünkü Şark toplumuyuz…
Devletten topluma, toplumdan devlete yansıyan bir nemrutluk!
Asık suratlı ve üstenci bir bürokrasi, en tepeden en alta kadar hükmetme, emir verme histerisine duçar olmuş bir zihniyet!
Sadece devlette değil, özel sektör de bu zihniyetin bir parçası…
Çünkü tepeden bakma marazı, epidemik bir hastalık gibidir. Her zemine ve her kesime sirayet eder; amansızca yayılır…
***
Çok az da olsa, araya sıkışan hümanist insanlar da var.
Cemil Meriç’in cehalet için söylediği şu değerli sözü, hümanizmi önceleyen bu insanlara teşmil edebiliriz:

“Birkaç şimşek parıltısı, cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz.”

Birkaç şimşek parıltısı gibi parlayan bu insanlar, üstümüze çöken mendeburluğun yoğun bulutlarını dağıtamaz…
***

Şiirdeki karamsarlığa dönersek:

Efsane İtalyan yönetmen Vittorio De Sica:

“Senin için ağlayamayan bir şey için asla ağlama…” diyor…

Peki, biz, bu dârağacı suratlı toplum için niye ağlıyoruz?

İşte o zaman William Shakespeare’in o çok ünlü sözü gelip boğazımıza düğümleniyor:

“That is the question!”

Fakat siz, bu toplumda istediğiniz kadar yırtının. İstediğiniz kadar haklı olduğunuzu kanıtlamaya çalışın, fark etmez.
Zira ileri süreceğiniz her haklı argümana mutlaka bir karşı argüman bulunur. Bu, sizin haklı olduğunuz hâlde haksız duruma düştüğünüz anlamına gelmez. Bunun anlamı, karşınızdakinin savunma refleksinin tezahürü olarak, sadece yenilgiyi kabullenmemesinin, hatta mesnetsiz ve mantıksız argümanlarla sizi yenmek istemesinin tezahürüdür…
***
Ve bu tespitim, her sahada geçerlidir. İster siyaset, ister sanat, ister edebiyat, ister toplumsal sosyoloji, ister felsefe, ister her türlü etnik veya sosyolojik bölünmeler, yani dinler ve dinlerin alt katmanları olan mezhepler, tarikatlar, cemaatler…

İşte biz, bu toplumda, bugün bunu yaşıyoruz. Çünkü mutlak akıl, yerini toptancı akla bırakmış vaziyettedir.

Toptancı inanç, toptancı teslimiyet, toptancı ve ezberci savunma refleksi…
Özgürlük, özgürce ve özgün düşünme, varlığının farkında olma gibi olgular veya başka bir deyimle kavramlar artık onun için geçerliliğini yitirmiştir…

Felsefî bir açıdan baktığınızda, varoluş ve yok oluşun kavgası çıkar karşınıza.
Mutlak kazanma hırsı, mutlak haklı görünme histerisi…
Bilinçaltına yerleşmiş ve akıl tutulması yaşatan vahşi bir histeri…
Bir boşluktan kurtulmak için bahane üretme çabası…
Pekâlâ, bu, bir özgürlüğün sonucu mudur, yoksa teslimiyetin verdiği eziklikten ya da hiçlikten kurtulma içgüdüsü müdür? Bilinç bunun neresinde?
***
Geliniz bu sorunun cevabını ünlü filozoflardan almaya çalışalım…

Bakalım bunun için Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard ne diyor?

“Eğer insanda ebedi bir bilinç yoksa; eğer her şeyin dibinde yalnızca vahşi bir kargaşa, karanlık tutkularda şekil değiştirerek yüce ya da önemsiz her şeyi üreten bir güç varsa, eğer her şeyin altında akıl sır ermez, doymak bilmez gizli bir boşluk yatıyorsa, yaşam umutsuzluktan başka ne olacaktır? Eğer böyleyse, eğer insanlığı birleştiren kutsal bir bağ yoksa, eğer ormanın yaprakları gibi bir nesil diğerinin ardından doğuyorsa, bir nesil ormandaki kuşların şarkıları gibi bir diğerinin yerine geçiyorsa, eğer insan soyu dünyadan, denizden geçen bir gemi ya da çöldeki bir rüzgâr, düşüncesiz ve meyvesiz bir kapris olarak geçiyorsa, eğer ebedi bir unutkanlık, avı için aç bir biçimde pusuya yatmış bekliyorsa ve onun pençelerinden kendisini kurtaracak kadar güçlü hiçbir güç yoksa, o zaman yaşam ne kadar boş ve huzurdan yoksun olacaktır.” (Korku ve Titreme)

Bir de ünlü Fransız filozof Jean-Paul Sartre’ın söylediklerine bakalım…

“Hiçleştirmenin varlık eksikliği olduğunu ve başka bir şey olamayacağını biliyoruz. Özgürlük özellikle kendini varlık eksikliği kılan varlıktır. Arzu varlık eksikliğiyle özdeş olduğu gibi, özgürlük de kendini varlık arzusu kılan varlık olarak ortaya çıkacaktır yani ‘kendinde-kendi-için’ olmanın ‘kendi için-tasarısı’ olarak ortaya çıkacaktır. Burada hiçbir zaman özgürlüğün doğası ya da özü olarak ele alınamayacak soyut bir yapıya ulaştık, çünkü özgürlük varoluştur ve varoluş da kendinde özü önceler. Özgürlük doğrudan doğruya somut görünümdür ve seçiminden ayrılamaz, yani kişiden ayrılamaz. Ama ele alınan yapıya özgürlüğün doğrusu denilebilir, yani o özgürlüğün insani anlamıdır.” (Varlık ve Hiçlik)

Yazarın Diğer Yazıları