Efendim, burası Türkiye… Gazete veya İnternet sitelerinde köşe yazan, dünya çapında meşhur ve büyük muharrirler, gün oluyor ki, hayâl dünyalarını köşelerine yansıtarak; hükûmetler indirip hükûmetler kuruyorlar…
Hatta iki gün öncesine kadar; İran’da devlet yıkıp yerine iki devlet kuranlar da vardı. Gemi azıya alıp dünyayı yönetmeye kalkanlar bile var. İbadullah…
Bizim öyle bir maharetimiz yok. Mahallemizde yedi kişiden mütevellit bir halı saha takımı bile kuramıyoruz.
Onun içindir ki; geliniz biz, bütün bu mütekebbirlerden âzade; bir yudum pazar günü atmosferi soluyalım…
***
Üç ayrı yaşanmış hikâyemiz var bugün…
***
“BUUDA İNSAN VAA MI?”
Urfa Akçakale’de askeriz… 1970’li yıllar…
Uçsuz bucaksız Harran ovasının Suriye sınırını kaçakçılardan korumakla görevliyiz…
Henüz PKK terör belası ülkenin başına musallat olmamıştı. Atlı-katırlı kervanlarla kaçak mal taşındığı ve sürüler hâlinde koyun kaçakçılığının yapıldığı yıllardı…
Hemen her hafta en az bir kere olduğu gibi, o gün yine bir ihbar gelmişti… Çok büyük bir koyun sürüsü karşıya geçirilecekti…
Tabur komutanımız emir verdi: Taburda hiç kimse kalmayacak! Her üç hatta da neredeyse adım başı asker konuşlandırılacak!
Üç hat; birinci hat, tam sınırın “pasavan veya iz tarlası” denilen, traktörle sürülmüş, üstünden kuş izinin dahi belli olduğu sınır boyunca uzanan şerit tarlanın hemen yanıydı. İki adım ötesi mayın tarlası…
İkinci hat, aynı zamanda orta hat. Kaçakçılarla ilk teması kuracak ve müsademeyi başlatacak olan hat…
Üçüncü ise, sınıra paralel giden stabilize veya şose yolların hemen paralelindeki hat. Görevi, uyarı ateşiyle diğer iki hattı haberdar etmek…
Tabur olarak asker karavanasını kendi levazım birimimiz hazırlıyordu. Et ihtiyacı için de taburun kendisi koyun besliyordu. Asker içinden bir de çoban seçmiştik, koyunları yaymak, otlatmak onun göreviydi…
O gece taburdan çıkan son araca (Unimog-S) ben komuta ediyordum. Emir gereğince o güne kadar eline silah verilmemiş, hiçbir hatta gece sabaha kadar nöbet tutmamış çobanı da almıştım… Depoda G-3 tüfeği kalmadığı için, çobana, eski piyade tüfeği dediğimiz 5 patlar bir tüfek verdim… Tüfek, çobandan daha uzundu…
Hâsılı kelâm, diğer askerleri mevzilerine attıktan sonra, çobanı üçüncü hatta bir mevziye götürdüm. Daha az tehlikeli olduğu için, çobana daha uygun olur diye düşündüm.
Mevziye geldik, indim arka kapıyı açtım ve çobana “Haydi, in bakalım” dedim…
Yavaş yavaş indi, etrafa bakmaya çalıştı ama nafile… Zifiri karanlıkta hiçbir şey gözükmüyordu… Tüfeğin dipçiğini hafif yerden yukarıda taşıyarak bana yaklaştı… Çok korktuğu belliydi. Denizli’de, yani memleketinde de yalnızca çobanlık yapmıştı. Bütün dünyası koyun otlatmak olan bu gariban asker, birazdan yüzlerce izli merminin havada uçuştuğu bir müsademenin tam ortasında kalacaktı…
Gözlerini ve mimiklerini göremiyordum ama sesi tir tir titrediğini gösteriyordu.
Korku dolu o ses tonuyla sadece şunu sordu:
“Buuda insan vaa mı?”
O ses, bir ok gibi içime saplandı.
Kendimi toparladım ve hiç tereddüt etmeden:
“Evet, var” dedim…
“Ben varım! Bin arabaya, beraber devriye gezeceğiz!”
İhbar asılsız çıktı… O gece müsademe olmadı. Garip çobanımız yine koyunlarını gütmeye devam etti…
(14.10.2017)
***
“GERİ GIR GUZU”
Bu sabah aklıma geldi, bunu yazmalıyım dedim…
Payız (sonbahar) aylarıydı…
Sosgert’den rahmetli Mikayil Aküzüm, çok koyun beslerdi…
Çoban yok, oğlu Tuncay, o zamanlar 10-12 yaşlarında falandı. Babasıyla beraber koyunları Gölveren ile Gülümağa bulağının arasında yaymışlar…
Akşam güneşinin ışınları yamaçlara vurmuş, hafiften serin bir hava var…
Cennet mekân Mikayil emi, ellerini arkasında birleştirmiş, başı önünde düşünerek sürünün gidişine eşlik ediyor…
Tuncay da arkasında…
Sürü, otlaya otlaya ilerlerken, Mikayil emi aniden oğluna sesleniyor:
“Geri gır guzuuuuuu”
Tuncay, elindeki değneğini havada sallayarak koşuyor ve sürüyü geri çeviriyor…
Bu defa aksi yöne gidiş başlıyor…
Mikayil eminin elleri yine arkasında, başı yine önüne eğik, yine derin düşünceli…
Bir müddet sonra yine aynı komut sesi duyuluyor:
“Geri gır guzuuuuu”
Tuncay, yine sürünün önüne fırlıyor. Yine çevik hareketlerle sürüyü gerisin geri çeviriyor…
Yine bir müddet sonra aynı emir tekrar ediliyor ama her seferinde emir kipinin yanında da bir şefkat, bir sevgi belirtisi var:
“Geri gır” bir emirdir ama “guzu” can pâreye, candan sesleniştir…
Ve eminim ki, o “geri gır guzu” seslenişleri, bin bir derdin allak bullak ettiği zihinlerde yarattığı sıkıntının sonucunda “gayri ihtiyari” söylenmiş sözlerdir…
Tıpkı bu sabah, bin bir düşüncenin beynimi esir aldığı anlarda, farkında olmadan evdeki kedime birkaç defa “guzu balam, guzu balam” diye seslendiğim gibi…
(22 Ağustos 2017 / Facebook sayfamdan)
***
MUZ VE DESPOTİZM!
Yer, İran-Azerbaycan sınır kapısı…
Dün, İran’dan Azerbaycan’a geçişlerde çok dehşetli bir hadiseye şahit oldum. Gümrük geçişinde yapılan kontrolde bir kadının çantasından beş adet muz çıktı…
Kadına dediler ki, “Muz getirmek yasaktır.”
Kadın, ağlamaklı bir ses tonuyla:
“Doktordan geliyorum. Torunum kapının önünde beni bekliyor. Elimde olan bütün paramı doktora, iğneye, ilaca verdim. Son kalan birkaç kuruşumla torunuma bir kilogram muz aldım. Torunumun yanına eli boş gitmek istemedim ama elimde kalan son param ancak bu muzlara yetti. İzin verin götüreyim.”
Kadıncağızın bu sözleri de dikkate alınmadı. Kalbi taş kesilmiş yırtıcılara bu sözler tesir etmedi…
Kadın bir süre daha yalvardı ama karşı tarafın direncini kıramadı ve onlara kalmasın diye beş adet muzu onların gözleri önünde bir çırpıda yedi bitirdi…
Çok cesur olduğunu gözlemlediğim kadın, gümrük memurları karşısında pes etmedi ve onlara:
“Dert değil, siz kudurmuşluğunuza devam edin. Ben, torunuma muz yerine gözyaşlarımı götürürüm. Ama bilin ki bu gözyaşları, o kadar çoğalacak ve sel olacak ki; sizler olmasanız da çocuklarınız bu sele gark olup boğulacaklar…”
Azerbaycan’daki mevcut durumun çok kısa özetidir bu…
***
(Cavid Alişov’a teşekkürler…)