Zamanın Gerdişi!..

Cahit Kılıç 9.12.2019 09:39:00
“Ahmâkça yaşayış insanı cahilleştirir.
Öylesinin dağarcığını boş sanma, rüzgârla doludur!”

Diyor Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî…

Gelin görün ki, bazen rüzgâr da fayda etmiyor. İstediğiniz kadar üfürün, kimse inanmıyor…
Meselâ, siyasetçinin fırfirik gibi dönmesi, pek eşyanın tabiatına aykırı sayılmıyor. Amma yularını siyasetçinin yeddine veren sözde kalem ehlinin zırt pırt siyasetçiyle birlikte fırfır dönmesi, çok sakil duruyor…
“Kalem erbabı” için nezaketen “sakil duruyor” dedim…
Yoksa…
Yoksasını yazmaya edebim elvermiyor!

*** 
Bizim, çoğunlukla Arapça olan “siyaset” sözcüğünü kullandığımız hâlde, “politika” diye telaffuz edenimiz de çoktur.
 Latince kökenli bir kelime olan politika, “çok” anlamına gelen “poli” ile “tika” “yüz” birleşince “çok yüzlü” anlamına geliyor. Günümüz Türkçesiyle “ikiyüzlü”.
“çok yalan” anlamına geldiğini iddia edenler de var…

Onun için yukarıda “siyasetçinin fırfirik gibi dönmesi, pek eşyanın tabiatına aykırı sayılmıyor” dedim. (fırfirik de çocukken oynadığımız topaç.)
Daha sert söylemler de var. Meselâ, Napoleon Bonaparte Politikada aptallık bir engel değildir” demiş.
***
Şahsî kanaatim odur ki; dürüst ve namuslu insanlar, politikacı olabilirler ama asla başarılı olamazlar. Dürüst politikacılar, gönüllerde taht kurarlarken, yukarıdaki tanıma uyanlar ise saraylarda altın ve değerli taşlardan oluşan dünyevî tahtlara otururlar…
Batı, bu kuralı kısmen yıkmış olsa da, Doğu, zerrece ders çıkarmak niyetinde değil (Mahmud Ahmedinejad’ı istisna sayabiliriz)…
***
Bende-i hakir, inancım odur ki:
Gönüldeki taht, cennetten bir müstesna köşedir…
Sarayın altın tahtı ise zahiren değerli gibi görünse de, manen dehrin çirkin yüzüdür…
Hiç şüpheniz olmasın…

***
Tarihe bilgeliği ile damga vuran politikacılar, politikacı sıfatı taşıyanların sadece binde biri kadar bile değildir.
Meselâ Bernard Shaw şöyle diyor: “Hiçbir şey bilmez, yine de her şeyi bildiğini sanır, böyle biri neden başarılı bir politikacı olmasın ki? “
Uzun yıllar devlet adamlığı yapmış Ziya Paşa ise: “Asiyab-ı devleti bir har bile döndürür” diyor.
Günümüz bir yana, tarihe bakınca kişisel tavsifim ise…
Aptalları: Hitler, Mussolini
Kurnazları ise: Stalin, Goebbels

***
Geliniz bu yazıda asıl amaçladığım konuya biraz değinelim…
Sadece tarihte yazılanlarla değil, bizzat kendimizin de müşahede ettiğimiz ve tecrübeyle sabittir ki: her devrin adamları mutlaka her devirde varlık gösterirler…
Sosyolojik bir adı da var bunun: Eyyamcılık…
Bu eyyamcılık denilen maraz da, en çok matbuatımızda (medyamızda) yüzünü gösterir. 
Epidemik hastalık gibidir meret, devirden devire sirayet ediyor…

***
Turgut Özal döneminde “yağdanlık” deniyordu bunlara…
Bol bol dramın, trajedinin ve komedinin yaşandığı bir dönemdi…  Türk basın tarihine nam salmış, yazılarıyla bir dönemin gençliğine yön vermiş, en keskin fikirleriyle öne çıkmış nice solcu ve sağcı yazarlar, muharrirler, edipler, sosyologlar ve tabiî ki her görüşten politikacılar aynı çatı altına toplanmış bir “yağdanlık cemiyeti “oluşturmuşlar gibi Turgut Özal’ın etrafında fır dönüyorlardı…
Semra Özal’ın etrafına toplanan sanayici ve işadamlarının eşlerinden oluşan “papatyalar” meclisinde de ihale kapmanın peşinde koşanlar da cabası…
***
Bu dönem, o dönemdir ki; “kalemimi kırarım ama satmam” diyen bir avuç insanın dışında, Türk matbuatı, belki de tarihinde ilk defa büyük çoğunlukla kalemlerini sattılar.
Kesin hüküm cümlesi kurarak ve vicdanen gayet rahat olarak bir daha diyorum ki, “Kalemlerini sattılar”…

***
Ancak…
Şunu da gönül rahatlığı ve kesin hüküm cümlesiyle söyleyebilirim ki: Türk matbuatı, günümüz tabiriyle yazılı ve görsel Türk medyası, hiçbir dönem bu iktidar devrinde olduğu kadar zelil duruma düşmemiştir…

Özellikle 2010 yılından sonra, iktidar bütün güç araçlarını kullanarak medyayı “tek ses” hâline getirmeye çalıştı ve bunu başardı da… İşin bu kısmını herkes biliyor.
Ancak üstünde durulması gereken nokta, kaç kişi bu baskıya direnebildi? Kaç yazar-çizerin kalemi kırıldı? İşsiz kalan yüzlerce meslek erbabı, hangi pazarda limon satmaya mahkûm edildi?
İşte yaşadığımız dönemin dramı budur!..

Yoksa…
Adına “yandaş” denilen günümüz medyasında kalemini satanların, yağlı-ballı maaşlarla yandaşlık edenlerin…
Hak, hukuk, adalet ve düşünceyi ifade özgürlüğü gibi ulvî değerleri ayaklar altında çiğneyenlerin…
Gemi azıya alıp, namus, şeref ve haysiyet sahibi (her cenahtan) insanları, mundar köşelerinde veya çirkin manşetlerinde linç edenlerin…
Muktedire yaranmak için tetikçilik yapanların haddi, hesabı yoktur…
Nice cahil lümpen, yandaşlık vasfıyla gazetelerde köşe sahibi olup hezeyan kustular.
TV’lerdeki tartışma programlarında nice cahiller, nice bilim adamlarının başında bağırıp çağırarak koz kırdılar…
Birebir gözümüzün önünde yaşandığı bu dönem, belki de tarihe bir “kara mizah” ya da Türk matbuatı adına bir “utanç” dönemi olarak geçecektir…

Bizler de, zamanımızın âcizane vakanüvisleriyiz. Görevimiz; dilimiz döndüğünce, kalemimiz özgür kaldığı ve kırılmadığı müddetçe, tarihe not düşmektir.
***
Pekiyi…
İşin aslına gelirsek; bu neden böyledir?
Elbette ki birinci sebebi: Menfaatperestlik (harislik), makam ve mevki sahibi olmak (ihtiras)…
İkincisi ise: Özellikle genç kuşak için Platon’un (Eflatun) “Mağara Alegorisi”dir. Gölgelere alışarak inanmak ve gerçekleri reddetmek…

***
Son olarak…
Pekiyi, bu hâl, böyle devam eder mi?
Bence eder.
Çünkü takvimlerde rakamlar değişiyor sadece. Zira tarih aynı tarih, insan aynı insan…

Ziya Paşa merhum boşuna dememiş:
“Bin yıl yaşasak yine cihân bu;
Gerdiş bu, zemin bu, âsumân bu…”

 

Yazarın Diğer Yazıları