“Mihrabı dostun yüzü olan kişiye yüz çeşit namaz vardır, yüz çeşit rükû, yüz çeşit secde” diyen ve Hicrî 604 (Miladi 1207) yılında Horasan diyarının Belh şehrinde dünyaya gözünü açan Mevlânâ Celâleddin, beş yaşındayken babası Sultan’ül ulema Muhammed Bahaeddin Veled ile birlikte doğduğu şehri terk eder.
Kaderinin kervanı, onu önce Nişabur’a atarken; aynı zamanda devrin ve İran’ın en ünlü şâirlerinden ve mutasavvıflarından biri olan, Feridüddin-i Attar’ı tanıma fırsatını bahşeder. Attar, kendisine ünlü Esrar-nâme’sini hediye eder.
Çok kısa geçiyorum…
Daha sonra sırasıyla Bağdat’a, Mekke’ye ve Medine’ye giderler ve bir müddet sonra da kuzeye doğru yola revan olduklarında Şam’a ulaşırlar.
Şam’da “Şeyh-ül Ekber” diye anılan Muhyiddin-i Arabî, kendisi için “Subhanallah, bir umman (okyanus), bir denizin arkasından gidiyor” diyerek hayretini ifade eder…
O umman ki, dokuz asırdır milyonlarca gönüllerde taht kurarken; fikrin şeref ve haysiyeti, barışçıl dillerin de ezberi olmuştur…
***
“A cân, a cihân! Cân da kalmaz cihân da…”
Cân kalmadıktan sonra; cihân kalsa kime yarar… Ol cihânın tapu senedi yaratılmışların elinde değil ki, cihân da onlara kalmış olsun!
O vakit; bu kavga niye?
***
Şimdi tasavvur buyurunuz ey azizân:
Dokuz asırda kaç yüz tane “kendini ilâh sanan” tiran gelip geçmiştir yeryüzünden.
Kim ya da kimler hatırlıyor?!
Kim ya da kimler hatırlanıyor?!
Büyük çoğunluğunun adı tarihe bile geçmemişken; küçük bir kısmının şan ve şöhreti ise tarihin küflü sayfalarında çürümüş, bedenleri gibi adları da yok olup gitmiştir…
Kur’anî inancın ışığında; cehenneme vasıl olduklarından da şüphe yoktur…
***
Gelelim Günümüzdeki Fikir Adamlığının Haysiyetine!..
Bende-i hakir, yıllardır, hemen her platformda şunları yazdım ve söyledim:
“Fikir adamlığının bir haysiyeti, fikrin de bir namusu olmalıdır…
Siyasetçiler, mütefekkirlerin fikirleri üzerinde tepinebilirler ama…
Fikir adamları, kendi üzerlerinde tepinmelere müsaade etmemeliler…
Açıkça söylersek ‘fikir haysiyetlerini’ satmamalılar…
Zira fikrin bir namusu vardır!”
***
Şimdilerde ortalığa saçılan herzevekillere bir nazar kılınız lütfen!
(Namus ve haysiyet sahibi, gerçek fikir adamlarını tenzih ederim.)
Fikir adamlıkları müphem birtakım sözde yazar-çizer taifesi…
Fikrin kırıntısından dahi mahrum kalemlerini menfaatleri için satışa çıkaranlar…
Cehl-i mürekkepler…
Cehl-i nısıflar…
Cehl-i rubalar…
Cehl-i basitler…
O yüzdendir ki, fikir dağarcıkları boştur ve telafi için kimi mütefekkirlerin fikirleri üstünde tepinerek siyasetçilere bile parmak ısırtıyorlar…
Akıllarınca münekkittirler…
Gerçekçi baktığınızda: Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle, bağlı oldukları makamın tetikçiliğini yapmaktadırlar…
Tenkit etmiyor, kin ve nefret kusuyorlar…
***
Aslında teşhis etmede biz de yanılıyor muyuz?
Bir düşünürün şu tespiti, tam da bunlara uymuyor mu?
“En hayret verici görüşlerden biri, bir insanın, bağımlı insanlardan bağımsız fikirler beklenmesini hayal etmesidir…”
Ama şunda kesinlikle yanılmıyoruz: Günümüz Entelijansiyası için utanç vesilesidirler…
***
Namık Kemal merhuma atfen söylenir:
“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar…”
Doğrudur…
Amma velâkin, müsademeye giren taraflardan birini zindanlara doldurur veya imkânlarının önüne kale hisarları çekerseniz…
Diğer taraftakiler, ancak Don Kişot gibi yel değirmenleriyle müsademeye girerler…
Tefekkürleri de ancak Sanço Panço mesabesinde kalır…
***
Eğer bir daha Mevlânâ’ya dönersek, Hazret, başından beri neyi savunduğumuzu, fikir denince neyi kastettiğimizi şöyle özetliyor:
“Fikir ona derler ki bir yol açsın, yol ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın…”
***
Peyami Safa, daha çarpıcı bir tespitle aklımıza “fikrin namusunu ve değerini” çiviliyor:
“Artık anlamış olmalıyız ki dâvâ, hürriyette değil fikirdedir. Fikri hürriyet doğurmaz, hürriyeti fikir doğurur…”
***
Oysa Namık Kemal merhum, şu beyitle hürriyeti başımıza taç yapıyor:
“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten…”
***
Fikir dediysek; nadanların, herzevekillerin dehân-ı kebirinden etrafa saçılan tükürük ifrazatı olsun demedik.
Hakikat süzgecinden süzülen dürr-ü yektalar ve bizzat hakikatin ta kendisi olsun.
Onu da Mehmet Akif merhum şu beyitle özetliyor:
“Budur cihânda benim en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”
***
Efendim, mevzu derindir. Biz, Ziya Paşa merhumdan şahsî tasvirimizi de derc eyleyerek çıkalım bu işin içinden…
“İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez…”