Biz köşeciler, oturur ciddi meseleler üzerine yazılar yazarız. Çoğunlukla da siyaset olur konumuz…
Bazen polemik, bazen demagoji…
Kimilerimizinkinde ilaç niyetine fikir kırıntıları…
Bazılarımızınkilerin içi küfür, kâfir, iftira, herze, hezeyan dolu…
Aklımızca ülkeye nizamat veriyoruz. Haddi aşıp dünyaya nizamat verenlerimiz de var…
En çok da İslâm âlemine akıl veririz. Zira elifi mertek sanan müçtehitleriz biz…
Hâlbuki kimse iplemez bizi… İçi kof diktatörlerden gayrı…
***
Sıdkım sıyrılmadan; siyasetten sıyrıldım bu yazıda…
Affınıza sığınarak…
***
Müzik dinlemeyi severim. Gençliğimde bağlama çalıp türkü söylemişliğim de vardır.
Günlerden bir gün…
Yabancı müzik çalan bir televizyon kanalında bir şarkı çalınıyor… Bilgisayar başında meşgul olmama rağmen dikkatimi çekti…
Ses güzel, şarkı güzel…
-Kim bu söyleyen kızım?
-Eros Ramazzotti…
Kızım 7-8 yaşlarındaydı o zaman…
O şarkı her çaldığında, kızım uyarıyordu beni. Ben de severek dinliyordum…
Sonra zamanla unuttum gitti…
Fakat ne zaman evde gürültülü bir yabancı müziğe itiraz etsem; kızımdan gayet yüksek sesli bir isyan yankılanırdı…
Eros Ramazzzzzooottttttiiii…
Belâ, genellikle davetiyesiz gelir işte…
***
Ağabeyleri de böyleydi bunun…
Büyük oğlum, at gibi başını aşağı yukarı sallayan bir müzik grubunun hayranıydı. Evin içinde elektrogitar zırlamaları, anırtı-böğürtü karışımı şarkılar…
-Bıktık be oğlum!
-Bırak baba yaa! Hayatı bir kalıba sokmaktan vazgeç! İstiyorsun ki hepimiz Muazzez Abacı dinleyelim…
Susardım çaresiz…
***
Yıllar önce…
Yabancı bir ülkedeyiz… Hanımla pastane benzeri bir yerde kahvaltı yapıyoruz…
Fonda güzel bir müzik çalıyor…
Hanıma döndüm:
-Müziğin farkında mısın? Bak kim söylüyor!
-Ha, evet!
-Kim?
-Şey… Şey işte ya…
-Yaaa… Neydi kadının adı be?
-Dilimin ucunda ama bir türlü söyleyemiyorum…
İkimizin de sevdiğimiz bir şarkı…
İkimizin de sevdiğimiz bir sanatçı…
Üstelik bir film müziği…
–Neydi o filmin adı yahu?
-The Bodyguard…
-Doğru ya! Erkek oyuncu kimdi?
-Kevin Costner!
-Kadın oyuncu? Yani şarkıyı söyleyen kadın?
-…
-…
Allah Allah… Bulamıyoruz…
Garsonu çağırdım…
-Kim bu şarkıcı?
Cehaletin gözü kör olsun. Yüzümün kızardığını hissediyorum!
-Whitney Houston.
-Teşekkür ederim.
Hanımla göz göze geliyoruz.
Aklıma Samet Vurgun’un dizesi geliyor:
“Şair, ne tez gocaldın sen?”
***
Gene yıllar önce…
Hanımla, güney bölgemizdeki bir tatil beldesindeyiz…
Eh, genç zamanımız. Filinta gibi olmasam da, göbek möbek yok bende…
Üstümde bir tshirt ve şort var. Başımda da kocaman bir hasır şapka…
Bıyığı da dipten sıyırmışım yani…
Hanım da sarışın ya… Bal gibi de turistiz işte…
Geçtiğimiz yerlerde hep yabancı sanarak herkes bildiği bir yabancı dille bizi dükkânlarına davet ediyor. Alıştık, ses etmiyoruz…
Yine bir sabah şehrin merkezinde yürüyoruz. Kırk beş yaşlarında bir vatandaş atladı önümüze…
Kurtuluşun mümkünatı yok. Önce Rusça bir şeyler söyledi…
Baktı ses yok, İngilizceye geçti…
Makineli tüfek gibi saydırıyor…
Elimi havaya kaldırarak “bir soluklan yahu” işareti yaptım…
-Rusçayı da İngilizceyi de çok berbat konuşuyorsun. Sen boş ver onları da, bize banka ATM’leri nerededir onu tarif et! dedim.
Adamcağızın dili dolaşmaya başladı. Suratı ansızın allak bullak oldu.
-Abi yaa…
-Ya abiiiii…
-Yaaaa… Offf…
-Özür dilerim…
Elimi boynuna attım.
-Önemli değil, alıştık…
Yolu tarif etti. Karşılıklı tebessümle helâlleştik…
***
Kimler geldi, kimler geçti bu yıllardan, bu yollardan…
Ne çok gemiler kalktı bu limandan…
Lâkin…
“Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden…”
Not: 16 Haziran 2015’te yazdığım bir yazı…