İmâm Humeynî'nin 13.5 yıl zorunlu olarak kaldığı Irak'tan çıkarılma hadisesi trajik bir durum. İran'da 1978 yılının eylül ayında nümayiş ve sokak gösterileri gibi olayların patlak vermesi üzerine, Şah Rıza Pehlevî Irak hükümetine baskı yapıp halkı kışkırttığı gerekçesiyle İmâm Humeynî'nin deport (sınır dışı) edilmesini istiyor. Bunun üzerine Irak hükümet görevlileri İmâm Humeynî ve ailesini Kuveyt sınırına götürüp bırakıyor. Fakat Kuveyt İmâm Humeynî'yi ve ailesini sınırdan içeri almıyor. O ara İmâm Humeynî'nin oğlu Ahmet Humeynî başka Müslüman ülkeler ile iletişime geçerek iltica talebinde bulunuyor. Ancak ne yazık ki, hangi Müslüman ülke ile irtibata geçtiyse red cevap alıyor. Üç hafta dolayında, naçar vaziyette iki sınır arasında çadırda kalıyorlar. O ara olaydan haberdar olan Şah muhalifi seküler düşünce yapısına sahip bir kaç İranlının Paris'te olmaları hasebiyle Fransa makamlarına müracaat ederek 3.5 aylık bir vize alıyorlar. Merhum İmâm Humeynî ise ısrarla Müslüman bir ülkenin kendilerini kabul etmesini istiyordu. Müslüman ülke liderleri ise Şah'ı gücendirmemek için imâm Humeynî'nin iltica talebini kabul etmiyor. İmâm çaresiz bir şekilde Fransa'dan gelen talebi kabul etmek zorunda kalıyor. İmâm ve ailesi 3.5 ay Fransa'da kaldıktan sonra ülkesine geri dönme kararı alıyor. Burada bilmediğimiz iki durum var, Fransa makamları vizenin uzatılmasını mı istemedi veya İmâm mı minnet etmedi? Olayın bir başka boyutu ise o vakitler İran'da yaşanan hadiseler İmâm'ın geri dönmesine etken olabilir. Öyle ki Şah Pehlevî tedavi bahanesiyle İran'ı terk etmişti (kaçmıştı). Hükümetin başındaki Başbakan Şahpur Bahtiyar sıkıyönetim ilân etmesine rağmen halk sokakları terk etmiyordu.
Şahlık rejimi büyük bir sarsıntı geçirmesine rağmen teslim olmamak hususunda direniyordu. Başta Tahran olmak üzere İran'ın büyük şehirlerinde tam bir kaos ortamı vardı. Müslüman gençler güvenlik güçlerinin ve SAVAK ajanlarının baskı ve silah tehditine rağmen sokakları doldurmuş nümayiş yapıyorlardı. Bu hengâmede Müslümanların başarıp başaramayacakları belli değildi. Böylesine belirsiz bir ortamda İmâm ülkesine dönme kararı alıyor ve dönüyor. Takvim yaprakları 1 Şubat 1979 tarihini gösterdiğinde Fransız hava yollarına ait uçak düşürülme tehditine rağmen Tahran havaalanına iniyor. Milyonlarca halk kitlesi havaalanına doğru akın ederek İmâm'ı karşılamaya gidiyor.
Belirsiz geçen mücadele ile dolu on gün ve on geceden sonra tarihin akışını değiştiren "İslâm Devrimi" zafere ulaşmış oluyor...
Sayın okuyucumuz kronolojik olarak devrimin gelişim sürecine vukufiyeti olan insanlarımız konuya buradan neden girdiğimi merak edebilirler. Tezviratlardan dolayı. Çünkü kamuoyumuzda kasıtlı olarak tedavülde olan bir takım iftiralar var. Bunlardan biri de, "Humeynî 13 yıl Fransa'da kalmış ve Batılıların organizasyonu ile Ehl-i Sünnet dünyasına yönelik mezhebî anlamda yıkıcı faaliyetlerde bulunsunlar diye bu devrim yapılmış!" Sayın okuyucumuz ne yazık ki yaşadığımız bu topraklarda bu iftiralara inanan azımsanmayacak kadar insan var. Öyle ki, İslâm Devrimi'nin ilk gününden itibaren Filistin adına verilen mücadele "tiyatro" ve "danışıklı dövüş" olarak görülmektedir. Ne üzücüdür ki bunu bazı cemaat liderleri ve TV'lerde boy gösteren bir takım zevat yapmaktadır. İftira ve tezvirat yüklü beyanlarıyla sabah akşam halkımızı İran İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmektedirler. Elbette bunun vebâli çok büyük. Eğer tevbe edip kendilerine çekidüzen vermezlerse attıkları iftiralardan dolayı kendilerini cehennem bekliyor...
Mezhep üzerinden "İslâm Devrimi" şeytanlaştırılınca iftira ve tezviratların ardı arkası kesilmiyor. Cahil halk tabakası ise bu tür iftiralara inanmaya meyyâl olunca ortalık fitne-fücur kaynıyor. Bu durum en çok Siyonist çetenin ve diğer İslâm düşmanı ülkelerin işine yarıyor. Onların zaten amacı mezhep üzerinden Müslümanları birbirine kırdırmak...
Bakınız, İmâm Humeynî Fransa'da iken bir yabancı gazeteci, "Eğer siz Şah'ı devirip yeni bir rejim kurarsanız İsrail ile ilişkileriniz nasıl
olacak?" diye soruyor.
İmâm bu soru karşısında maslahat icabı da olsa takiye yapmaya tevessül etmeden çok açık ve net bir tavır içerisinde, "Biz Filistin toprakları üzerinde İsrail diye bir devlet tanımıyoruz. İsrail'in meşruluğu söz konusu olamaz. O topraklar denizden nehire Filistinlilerindir. İsrail oradan sökülüp atılmalıdır. Biz bunun mücadelesini vereceğiz" diyor. Başka demeçlerinde benzeri ifadeleri şöyle dile getiriyodu: "İsrail İslâm coğrafyasına saplanmış bir hançerdir, mutlaka oradan sökülüp atılmalıdır." Yine bir başka demecinde, "İsrail bir kanser tümörüdür, oradan sökülüp atılmalıdır" diyordu. "Her Müslüman bir kova su dökse İsrail'i sel alır" diyen yine kendisiydi. İmâm teorik olarak bu sözleri dile getirip bir kenara çekilmedi. Devrim gerçekleşir gerçekleşmez İslâm Devleti'nin belirleyici temel politiası olarak yaptığı ilk icraat, Siyonist çetenin konsolosluk olarak kullandığı binayı asıl sahiplerine, yani Filistinlilere vermesi oldu. Akabinde hemen Devrim Muhafızları Ordusu bünyesinde yine İslâm Devleti'nin temel politikası olarak müstakil "Kudüs Gücü" diye bir askerî yapı tesis edilmesini emretti. Bu askerî yapı kurulduğu günden itibaren sahada faaliyetlerini sürdürmektedir. Hatırlayacağımız üzere 80'li yıllarda Filistinli gençlerin elinde sadece taş ve sapan vardı. İranlı yetkililer Filistinli gençlere silah ulaştırılması için bölgedeki Arap ülkelerinden lojistik destek talebinde bulunmuştu. Ancak ne yazık ki, Suriye'den başka bu talebe müspet cevap veren olmadı. Buna rağmen bizim toplumumuzda bir Suriye düşmanlığıdır gidiyor. Oysa şöyle bir kıyas yapacak olsak ve aklı selimce/insafla/hakkaniyetle düşünecek olursak çok farklı bir manzara ile karşılaşmış olacağız.
Kıyasımız şudur: Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri HAMAS üyelerini İsrail, İngiltere ve ABD gibi "terörist" olarak görmektedir ve es kaza HAMAS üyesi bir genç söz konusu Arap ülkelerinden birine gittiğinde yakalanırsa tutuklanıp zindana tıkılmaktadır. Suriye'de ise muamele tam tersi. O beğenmediğiniz Suriye rejimi on küsur Filistinli özgürlük savaşçısı silahlı örgütlere ofis açıp faaliyet imkânı sunuyor. Ayrıca en önemli bir husus ise İran'dan gelen silahların sevkiyatına yardımcı oluyor. Taban tabana aradaki zıtlığı görmeyip Suriye'ye ve İran'a düşmanlık neyin nesi? Eğer husumet ve düşmanlık olacaksa Filistin davasına ihanet eden Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi işbirlikçi rejimlere yönelik olsun. Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen'in haricindeki bütün Arap rejimleri "Yüzyılın Anlaşması" ve Abraham Sözleşmesi" adı altında en alçakça bir tutum içerisinde Filistin davasına ihanet edecekler ama siz kalkıp Siyonist çeteye karşı fiîlen savaşan "Direniş Cephesi"ne mezhep üzerinden düşman olacaksınız. Yuh artık. El insaf. El edep ya hu...
İftira ve tezviratlarda bulunan ve "Bugüne kadar İran gâvurlara bir taş atmış mı?" diyenler, Allah aşkına size soruyoruz, "Bugüne kadar İran'ın haricinde bir ülke HAMAS'a ve İslâmî Cihad'a bir mantar tabancası vermiş mi veya İsrail'e bir taş atmış mı? Taacüp içerisinde iseniz biz sizin adınıza söyleyelim, "Bin kez hayır." Ama siz öyle pişkinsiniz ki, İran'ın 300 dolayında fırlattığı ve % 90 isabet ettiği Hayber Şikem balistik füzeleri, Fettah hipersonik füzeleri, Emat balistik füzeleri için hâlâ "tiyaro" ve "danışıklı dövüş" diyebiliyorsunuz.
İran'ın 1 Ekim tarihindeki saldırısı son derece başarılı olmasına rağmen, bu başarı Türkiye'de belirli kesim tarafından gölgelenmeye çalışılmaktadır. Askerî üsslere fırlatılan hipersonik ve balistik füze saldırıları ile Demir Kubbe'nin kevgire dönüşmesiyle 25 adet F-35 uçağının angarlarda vurulması işgalci İsrail'den önce bir takım Siyonist severleri rahatsız etmiş gözüküyor. İran misilleme hakkını mahfuz tutarak Siyonist çeteden ateşkes ve Gazze'yi terk etme şartını bekledikçe, malum çevreler, "İran blöf yapıyor, İran kartondan kaplan, İran kolpalık yapıyor" diyerek pespaye bir şekilde son derece tahkirat içerikli yorumlar yaptılar.
İran uzun süre bekledikten sonra baktı ki ateşkes olmuyor BM'nin 51'nci maddesi gereği misilleme hakkını kullanınca atılan balistik füzelerin boş alanlara düştüğünü iddia etmeye başladılar. Fakat askerî üsslerin vurulduğu anlaşılınca bu sefer sivillerin vurulmadığını söylemeye başladılar. Kısacası İran ne yapsa bu Siyonist severlere yaranamamaktadır. Oysa nihai olarak gerçeğin ortaya çıkma diye bir huyu var. Nasıl ki, Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'nin Bağdat havaalanında suikastle şehid edilmesinin akabinde İran'ın Irak'taki ABD üsslerine misilleme yapması üzerine Donald Trump bir yalan yayarak, "İran bize önceden haber verdi biz de üssten askerlerimizi çektikten sonra İran boş tesislerimizi vurdu" dedi.
Ana akım Türk medyası mal bulmuş mağribi gibi bu yalana sarılarak yayınlar yaptılar. Aylar sonra ise İran'ın Irak'taki hava üsslerine yönelik saldırı ile ilgili Pentagon'un yayınladığı bir raporda 138 ABD askerinin öldüğü belirtiliyor. Aynı şekilde İran'ın 13 Nisan ve 1 Ekim'de Siyonist çeteye saldırmasının tamamen "tiyatro ve danışıklı dövüş" olduğu bizim ana akım medyada yazılıp söylendi. Oysa sonradan ortaya çıkan haberlerde tahribat ve asker zaiyatının çok olduğu belirtildi.
Özellikle 1 Ekim saldırısında Nevatim hava üssü başta olmak üzere bir çok hava üssü, gözetim merkezi ve Hayfa Limanı'nındaki askerî akaryakıt nakil merkezinin vurulduğunu bizzat Washington Post haber ajansı uydu görüntüleri ile birlikte dünyaya servis etti. Ayrıca ajans söz konusu gözetim merkezi/radar üssünde bulunan üst düzey komutanlar ve askerî personelden 341 Siyonistin öldüğüne dair belgeler yayınladı. Ama ne yazık ki, yeni gündeme düşen bu haber Türkiye kamuoyunda pek yer bulmadı ve insanlarımızın çoğu hâlâ tezvirat ve yalanlara inanmaya devam ediyor.
Sizi temin ederim, İran işgal çetesini tarumar etse, "Bu işi mezhep yayılmacılığı adına, Şiî hilâli adına yaptı" derler. Nitekim bugün İranın konsolide ettiği "Direniş Cephesi"nin sahadaki mücadelesi/ sahadaki varlığı "Şiî Hilâli" olarak tanımlanmaktadır...
Peki biz yine de sormuş olalım, İran'ın Bosna savaşına katkılarını biliyoruz. Saraybosna şehidliğinde İranlı şehid savaşçıların anıt mezarlığı var. Bu insanlar mezhep yayılmacılığı adına mı Bosna savaşına katıldılar? Onların derdi, "Şiî Hilali" miydi? "Evet, tabi ki öyle!" dediğinizi duyar gibiyiz. İran ne yapsa size yaranamaz, pozisyon alışınız ve kinci tutumunuz bunu gösteriyor. "Bakınız, "Şiî Hilâli" metaforunu kullanan ilk kişi ABD eski başkanı Donald Trump'tır. Bu ifadeyi Müslümanları birbirine düşman etmek için kullandı.
İran İslâm Cumhuriyeti konsolide ettiği birkaç ülke ile Siyonist katil sürüsüne karşı bir cephe açmış, buna "İran'ın vekil güçleri" de diyenler var. Sonuçta oluşturulan bu güç bir şekilde Gazzeli kardeşlerimizin feryadına kulak verip Siyonist işgal güçlerine karşı fiîli bir mücadeledir sürdürüyorlar. Özellikle Siyonist çeteye silah, mühimmat veya herhangi bir malzeme taşıyan gemileri Yemen'in vurması takdire şayan bir durumken birileri kalkıp bu kolektif iradeye "Şiî Hilâli" veya "Şiî yayılmacılığı" diyebiliyor. Ya Allah aşkına söyler misiniz, bu kutsal mücadelenin mezheple ne alâkası var?
Trump bunu nifak amacıyla kasıtlı olarak söylüyor, siz ise bu fitne ifadesine fütruzca sarılıyorsunuz. Filistin için kılını kıbırdatmayan Sünnî ülke liderlerini kınayıp eleştireceğinize İran ve İran nezdinde "Direniş Cephesi"ne saldırıyorsunuz.
Düşünebiliyor musunuz, İran veya Yemen Siyonist işgal çetesine füze fırlattığında İsrail'den önce Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri engelleme çabasına giriyor. Bu melun rejimleri kınayıp lânetleyeceğinize hâlâ İran'a dil uzatıyorsunuz. Yuh artık.
Yapmayın, etmeyin. Ortak olduğunuz bu iftiralardan dolayı vebâliniz çok büyük. HAMAS ve İslâmî Cihad liderleri her fırsatta İran'a teşekkür edip Şehid Kasım Süleymanî için "Kudüs şehidi" derken birileri kalkıp ona "kâfir" diyebiliyor. Bu ne yaman bir çelişkidir böyle? Mezhep taassubu ve cehâlet insanları nasıl bir vebâle sürüklüyor? Müslüman her şeyden önce feraset ve insaf sahibi olmalıdır. Ebu Hanife diyor ki: "Bir insanda 99 küfür alâmeti görseniz, buna karşılık %'de 1 imân alâmeti görseniz ona Müslüman muamelesi yapınız." Siz tanımadığınız bilmediğiniz kişi hakkında sadece kulaktan dolma bazı sözler işitiyorsunuz ve buradan yola çıkarak onu küfür ile itham ediyorsunuz. Üstelik bu kişi bütün ekibi ile birlikte Siyonist işgal çetesine karşı savaşıyor. Siz asıl olarak bu zaviyeden o kişi hakkında hüsnüzan beklemeniz gerekirken düşmanca bir tavır takınıyorsunuz. Bu tutumunuzla siz Siyonist katil sürüsü ile dirsek temasına geçmiş oluyorsunuz. Bu vebâl size yeter.
İran İslâm Cumhuriyeti tek başına bugüne kadar bir şekilde (sizin ifadenizle) vekil güçleriyle mücadelesini sürdürüyor. Siz Kürecik Radar Üssü ile Siyonist çeteye hizmet sunan ve ticaretini devam ettiren kendi ülke yöneticilerinizi kınayacağınıza kalkmış İran'a iftira atmaya devam ediyorsunuz. Bakü-Ceyhan boru hattından hâlâ akaryakıt sevkiyatı devam ediyor...
Bunca fedakârkığına ve bunca bedeller ödemesine karşılık İran'ı dakdir edeceğinize mezhep üzerinden düşmanlık yapıyorsunuz. Hiç mi Allah'tan korkmuyorsunuz? Mahşer günü hesabınız ağır olacak. Yapılması gerekenleri yapmayan, büyükelçilikleri kapatmayan, ticarete devam eden, radarlarıyla, hava sahaları ile Siyonist çetenin yanında saf tutan Müslüman ülke liderlerini kınayacağınıza İran'la uğraşıyorsunuz.
Hemen hemen bütün Sünni devletler kan içici İsrail ile her türlü diplomatik ve ticari ilişki içerisinde. Hepsinde İsrail'in büyükelçilikleri var. İran tek başına ne yapsın? İran vekil güçleri ile bu işi düşük yoğunluklu olarak "stratejik sabır" taktikleriyle sürdürüyor. Kendisi fiilen savaşa girse Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan aynı atom bombası Tahran'a atılacak. İran düşmanın tıynetini iyi tahlil ederek düşük yoğunlukta sürdürdüğü savaşın stratejisini bu şekilde belirliyor...
Siyonist çete ve hamilerine karşı kolektif irade gösterip savaşan Direniş Cephesi'ni "Şiî yayılmacılığı olarak lanse etmek mezhep taassubundan öte Allah Teâlâ'nın "Birlik olun" buyruğunu baltalama çabasından başka bir şey değildir.Siyonist çete ve Haçlılar Müslümanların birlik olmasını istemiyor. Peki size ne oluyor?
Nedim Şener isimli müstekreh bir gazeteci kalkıp, "Şiîler İslâm'ın kalbine saplanmış bir hançer gibidir" diyerek hezeyanlar savurması aslında Türk Ceza Kanunu'da geçen, "Halkı; din, mezhep, etnik köken, bölge ve sınıf farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek" maddesinin muhatabıdır. Savcılıklar bu densizle ilgili mutlaka harekete geçmelidir. Çünkü bu kişinin hezeyanları hukuk karşısında suç teşkil etmektedir.Bu Siyonist sever hakkında suç duyurusunda bulunmak lazım. Cahil insanlar bu gibi densiz aşağılıkların tesirinde kalıp aynı çirkin ifadeleri kullanarak toplum içerisinde mezhep üzerinden ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemleri yaygınlaştırmaktadırlar. Şimdilerde cahil insanların kalplerine ekilen zehirli ayrılık tohumları ilerleyen zaman dilimlerinde mezhepsel çatışmalara zemin hazırlayacaktır.
Geçmiş yüz yıllarda Hıristiyan Avrupa toplumlarında mezhebî farklılıklar "imân dışı tutum" olarak görülmesi ve bu anlayış üzerinden mezhep müntesiplerinin kışkırtıcı propagandaların tesirinde kalmasından kaynaklanan gerginlik ve çatışmaların devreye sokulmasıyla aleni bir şekilde "mezhep savaşları" yaşanmış ne oluk oluk kan akıtılmıştı. Şimdilerde İslâm coğrafyalarında bu çatışmalar teşvik edilmektedir ve belirli yerlerde bu işin provası yapılmaktadır. Bunun acı tecrübesine kısa süre önce Irak ve Suriye'de tanık olduk.
Özellikle IŞİD, el-Kaida, El-Nusra ve ÖSO gibi terör örgütleri mezhebi saikle Irak ve Suriye'de insanlık dışı metod ve yöntemlerle cinayetler işlediler. Bunları eğitip donatan büyük şeytan ABD'den başkası değildi. Bu örgüt üyelerinin yaralıları ise Siyonist çetenin Golan Tepeleri'ne kurduğu mobil hastanelerde tedavi ediliyordu. İran ve Hizbullah Suriye ve Irak'a müdahale etmeseydi sizi temin ederim o topraklar ABD ve Siyonist çete tarafından işgal edilmiş olacaktı. Oradaki terör örgütleri ise tasfiye edilip yaptıkları piyonlukla kalacaklardı.
Bildiğiniz üzere bu şeytanî proje bir zamanlar Afganistan'da uygulanmıştı. Taliban’ı eğitip donatarak Cumhurbaşkanı Burhanettin Rabbani'nin yönetimindeki hükümetin üzerine salıp nice kanlar akıtılmıştı. ABD daha sonra Taliban’a teslim ettiği Afganistan'ı geri almak maksadıyla bir bahane üretti ve 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan'ı işgal etti. Bu işgal tam 20 yıl sürdü. Burada da Kudüs Gücü'nün efsane komutanı Şehid Kasım Süleymanî devreye girmeseydi bu işgal bugün de devam ediyor olacaktı. İran Taliban’a kırgın olmakla birlikte, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" diyerek Taliban’a her türlü silah ve mühimmat yardımında bulunarak ABD'nin Afganistan'dan kovulmasında etkin bir rol oynamıştı. Elbette ki, Suriye ve Irak'taki terör örgütleri ile Taliban'ı bir tutmuyoruz. Biz bu satırlarda ABD'nin şeytanî taktiklerinden söz ediyoruz. Müslüman halkımız bu şeytanî taktiklere pirim vermemeli. Mezhep üzerinden veya başka sebepten dolayı Müslümanlar asla birbirlerine husumet beslememeli. Hucurat Sûresi'nin 10'ncu ayetinde Müslümanların kardeş olduğu bildirilmektedir. Hangi saikle okursa olsun Müslümanlar bu kardeşlik hukukuna halel getirecek söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmalıdır. Elin gâvurları dünyevî menfaat uğruna aralarındaki sınırları kaldırarak tek devlet oldular. Bizim birlik olmamız dünyevî menfaat uğruna değil, imanî bir vecibe olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatırlayalım, Merhum Erbakan Hocamız İslâm Birliği'ni tesis etmek için D-8'i kurmuştu. Bu kapsamda ilk yurt dışı ziyaretini (büyük şeytan ABD'nin engelleme çabasına rağmen) İran'a yapmıştı. İslâm Birliği için ilk imza atan ülke İran olmuştu. İran zaten İslâm Devrimi'nin ilk gününden itibaren Müslüman ülke liderlerine birlik çağrısında bulunuyordu. Bu işe önayak olan Merhum Erbakan oldu. Eğer 57 Müslüman ülke birlik olsa Siyonist çetenin hamiliğini yapan ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler bölgemizden defolup giderler. O zaman Siyonist çete de Kûr'ân-ı Kerim'de müjdelendiği üzere yok olup gider.
Demek oluyor ki, bugün başta Filistin ve Lübnan olmak üzere bölgemizde yaşanan katliamların son bulması İslâm Birliği'ni zorunlu kılmaktadır.
İran İslâm Cumhuriyeti'nin ve diğer Direniş Cephesi bileşenlerinin bu işin yükünü çekmesi diğer Müslüman ülkeler için büyük bir vebâldir. Vesselâm.