ABD'nin içimize nüfus etmesi çok eskilere dayanan misyonerlik faaliyetleri ile başlamıştı. Amerika Birleşik Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde 1820 yılında başlayan ve Kurtuluş Savaşı sonrasında farklı boyutlarda devam eden misyonerlik çalışmaları çok hızlı bir şekilde gelişmişti.
Misyonerlik faaliyetlerine imkân sunulup alan açılmasının nedeni şüphesiz Osmanlı Devleti'nin "Islahat Fermanı" ile verdiği ayrıcalıklar ve kapitülasyon anlaşmaları ile sunulan fırsatların sonucu olmuştur. Bu süreçte ABD Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıklara yönelik eğitim imkânı sunmak amacıyla kolejler açmaya başlıyor. Ancak bu kolejlerde sadece azınlıklara değil Müslüman ahaliye de eğitim fırsatı sunulmuştu. Bu kolejler öylesine cazip hâle getirilmişti ki, buralarda okumak adeta bir ayrıcalıktı.
Zira bu okullarda okuyanların başarılı olmaları ve sonrasında devam ettikleri üniversitelerden mezun olarak iyi bir kariyere ulaşmaları bu okulları cazip hâle getirmiş ve bu okulların etkisini artırmıştı.
Oysa işin aslı olarak devşirme ve güdümlü eleman yetiştirme yöntemi bu okullarla başlamıştı. Bu kolejlerden mezun olanların bir kısmı gidip Amerika'da özel burslarla üniversitelerde okudular, akademik çalışmalarda bulundular. Sonra geri dönüp ülkeleri aleyhinde her türlü entrikalar çevirdiler. Emperyalist ABD'ye bu topraklarda farklı boyutlarda alan açtılar. Bu faaliyetler bir müddet sonra kısa süreliğine akamete uğramıştı.
Sebebi ise
Osmanlı hakimiyetindeki Sırp ve Yunan bölgelerinde isyanlar başladığında (tıpkı bugün Suriye ve Irak'taki terör örgütlerine silah verdiği gibi) bu isyancı çetelere de silah vermiş olmasından dolayı ABD ile aramıza mesafe girmişti.. Bundan dolayı iki ülke arasındaki ilişkilerin başlaması ve ABD tahakkümünün devreye sokulması zaman almıştı. Osmanlı iyi niyetle ve dikkatsizce bu hainlere kapılarını açıp misyonerlik faaliyetlerinde bulunmalarına ve bu amaçla okullar açmalarına fırsat veriyor. Onlar ise Sırp ve Yunan isyancılarına arka çıkıp silah veriyor. Büyük şeytan ABD, her fırsatı değerlendirerek entrikalarını çok yönlü hayata geçirmektedir. 1914 tehcir olaylarında Amerika'ya yerleşen Ermenilere her türlü komplo faaliyetleri için imkânlar sunulmuştu...
Birinci Dünya Savaşı nedeniyle kapatılan Ermenilerin eğitim gördüğü Amerikan misyonerlik okulları cumhuriyet döneminde tekrar faaliyete geçti. Üstelik vergiden muaf tutularak. Öyle ki, Amerikan okulları konusunda Türk hükümetinin yaşadığı sorun vergiler konusuydu. Cumhuriyet döneminde TBMM’de kabul edilen veraset, bağış, bina ve kazanç vergilerinden Amerikan okulları muaf tutuldu.
Dönemin ABD Büyükelçisi Grew 1927 yılında göreve başladığında ilk icraatı, Birinci Dünya Savaşı nedeni ile kapatılan Amerikan okullarının açılmasını sağlamaktı. Fakat bu yıllarda bir başka olumsuz gelişme olarak Amerikan okullarında yaşanan skandal olaylardan dolayı iki ülke arasında gerginliğe neden olmuştu. Bu olaylardan ilki Bursa Amerikan Koleji’nde 1928 yılında gerçekleşen din değiştirme olayıdır. Bursa halkının tepkisi üzerine okul, 30 Ocak 1928’de kapatılmış ve sorumlular hakkında dava açılmıştı. Türk Hükümeti ve Amerikan okulları arasında yaşanan sorunlardan biri de bu okullarda Hıristiyan kültürüne ait törenler düzenleme, görev yapan öğretmenlerin İslâm ve Müslümanlık aleyhinde tahkir, tezyif ve aşağılayıcı sözler sarf etmeleri yer almaktadır. Ne yazık ki, İslâmî bilince sahip olmayan şuursuz bazı öğrenciler bu menfî propagandaların tesirinde kalıp gönüllü din düşmanlığına soyunmuşlardı. Bunların bir kısmı siyasette, kamu kurumlarında, mülki amirliklerde ve bürokraside görevler alıp belirli mevkilere geldiklerinde dinimize mugayir yapılanmalara imza attılar. Hatta dinimizin yasalarını yürürlükten kaldırmak için Cumhuriyet'in kurucu iradesine yön ve şekil verdiler. Bu aşağılık kompleksine kapılmış/garpzede (Batı kültür değerlerine göre yoğrulup beyinleri dumura uğramış ve böylece kendi kültür ve aidiyet değerlerine yabancılaşmış) kişiler yeni seküler anayasal düzenin oluşmasında etkin rol oynadılar.
Sonuç itibariyle, Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük entrikalarından biri de bu kolejler vasıtasıyla gerçekleşmişti.
Bunun haricinde ayrıca ABD tarafından çok yönlü kuşatmalara maruz kalmamızın nedenlerinden biri de iki devlet arasında 1 Ekim 1929’da beş maddelik “Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması” imzalanmasıydı. Amerikan Senatosu anlaşmayı 1930 yılında onayladı ve Anlaşma her iki ülkede Nisan 1930’da karşılıklı olarak yürürlüğe girdi. Bu antlaşma; 1830’da Osmanlı ile imzalanan antlaşmadan 100 yıl sonra, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki ilk ticari anlaşmadır. Türk-Amerikan ilişkileri açısından önem taşıyan bu antlaşma Amerikan Senatosunda onaylanan ilk antlaşma olma özelliği de taşımaktadır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde yakınlaşma, iki ülke arasında yapılan karşılıklı ziyaretlerle perçinleştirildi. Fakat bu yakınlaşma, bu perçinleme olayı "ağa-ırgat" ilişkisi gibi hegemonik bir yakınlaşımdı. Türkiye tarafı bu şeytanî plânın farkında değildi. Bakınız, bir ilk olan şeytanî plânı yürürlüğe sokmak için ABD Büyükelçisi Grew, Türkiye’nin ABD’den kredi almak ve ticari ilişkileri geliştirmek amacıyla ABD’ye heyet gönderilmesini teklif etti. Yapılan ilk tuzak kredi ve borçla ilintiliydi. Diğer bir tuzak ise Amerikalı sömürgeci/vantuzcu sermayedarlara Anadolu topraklarının açılmasıydı. Bu tuzağın bir parçası olarak 1930 yılının Kasım ayında ABD Ticaret Bakanı Julius Kelin Türkiye’ye gelerek Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile görüşüyor. Yapılan görüşmede Türkiye’nin ABD’den kredi alma ve Türk heyetinin ABD ziyareti konusu ele alınıyor. Bunun üzerine 23 Ekim 1931’de dönemin Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve beraberindeki heyet para dilenmek için Amerika'ya gidiyor. İlk vargele, ilk tongaya düşme hadisesi böyle başlıyor. Amerikan iş çevreleri ile ilişkileri geliştirmek, kredi sağlamak, Türkiye’de ziraat ürünlerine ABD'yi müdahil etmek ve Türkiye pazarında Amerika'ya alan açmak amacı ile temaslarda bulunuldu. İki ülke arasında gerçekleştirilen ziyaretlerin bir diğeri de, 1932 yılında ABD Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur’un Türkiye ziyaretidir. Rusya’yı çevreleme politikası uyarınca General Mac Arthur, 1932 yılının eylül ayında Polonya, Çekoslovakya, Romanya ve Türkiye’ye ziyarette bulunmuştu. ABD komünizm tehlikesine dikkat çekerek Türkiye'yi bu tehditten dolayı ablukaya almanın derdine düşmüştü. Elbette ABD'nin bu tutumu gayet normaldir. Zira emperyalist emeli olan her ülke bir şekilde nüfus alanını genişletmek ister. Düşman düşmanlığını, şeytan şeytanlığını yapmak isteyecektir
her daim..
Ama Müslümanlar kendi inanç ve akidelerinin gereğini yapıyorlar mı buna bakmak lazım! Bize dost diye yaklaşanların maksat ve emelini çok iyi tahlil etmemiz gerekmektedir. Büyük şeytan ABD cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan itibaren sinsi plânlarla Türkiye'ye yaklaşım sergiledi. Maksadı Türkiye'yi hegemonya altına almaktı. Zaman ve süreç içerisinde adım adım bu hedefine doğru yürüdü. İşe kolejlerde başladılar. O kolejler onlar için birer "trova atı" mesabesindeydi. Bunun akabinde ticarî ilişkilere girdiler. 1946 yılında İnönü'nün cumhurbaşkanı, Şükrü Saracoğlu'nun başbakan olduğu dönemde kapılarımız haydut ABD'e ardına kadar açıldı. Fulbright anlaşması ile eğitim sistemimize el attılar. Kısa bir süre sonra Truman Doktrini kapsamında Marshall Yardım Plânı'nı devreye soktular. Akabinde NATO'ya bizi alma taahhüdü ile Kore Savaşı'na iştirak etmemizi istediler. ABD ve NATO adına gidip Kore'de savaştık. 712 askerimiz Kore'de bir hiç uğruna öldü. 175 askerimiz ise kayboldu. Daha doğrusu cesetlerine ulaşılamadı. Sonra lütfedip bizi NATO'ya aldılar. Kısa sürede Türkiye'nin hemen hemen her yanı NATO ve ABD üsleri ile donatıldı.
Truman Doktrini ve Marshall Yardım Plânı ile başlayan süreç NATO'ya girmemizle zirveye ulaşmıştı. Bu hegemonik ilişkinin sonuçları günümüze kadar uzanan politik, askeri, ekonomik ve kültürel alanda en etkin bir şekilde kendisini göstermektedir. Kısacası ABD'nin tahakküm ve ahlâktan men edici kültürel etkisi siyasal ve sosyal hayatımızın her alanına nüfuz etmiş vaziyette.
Gelinen nokta itibariyle bu durum işgalden başka bir şey değil elbette.. İçimize yerleşeli beri aleni bir şekilde iç işlerimize de karışır oldular.
Her darbenin ardında yine onlar vardı. Menderes'i astıran da onlardı. (Menderes darbeden kısa bir süre önce ABD ile ihtilafa düşmüş ve Rusya'yı ziyaret etmeye niyetlenmişti. Türkiye eksen kayıyor endişesi ile kendi piyonlarına darbe yaptırdılar.) Biz kendi silah sanayimizi geliştirirken, biz kendi uçağımızı yapmaya başlamışken ABD buna müdahale etti, engel oldu. Bize İkinci Dünya Savaşı'ndan arta kalan silah ve uçakları verdiler, daha doğrusu sattılar. Sonra 1963 ve 1967 yıllarında Kıbrıslı soydaşlarımıza yönelik Rumların yaptıkları katliamlardan dolayı Ada'ya çıkarma söz konusu olduğunda hışımla müdahale ettiler. Johnson mektuplarını hatırlayın lütfen. Dönemin ABD başkanı Lyndon B. Johnson'ın gönderdiği mektupların içeriğinde diplomasi diline mugayir öylesine çirkin bir üslup vardı ki, bizi hem aşağılıyor, hem tehdit ve tahkir ediyordu. 1974 senesinde de aynı tehdit ve tahkiratların muhatabı olmuştuk. Açık açık bizi 6. Filo ile tehdit etmişlerdi. Ama bu sefer dirayet sahibi Mücahid Erbakan devredeydi. Tehditler ona sökmedi. Ecevit ise Kıbrıs sorununun diplomasi yolu ile halledilmesini istiyordu. Bu nedenle Kıbrıs üzerinde garantör devlet olarak gördüğü İngiltere'ye gidip görüşmelerde bulundu. İngiltere ise bu işe gayet soğuk bakıyordu. Çünkü Kıbrıs'ta katliama maruz kalan Türkler ve Müslümanlardı. Gâvurdan medet umulmayacağını Erbakan çok iyi biliyordu ama Ecevit bilmiyordu. Sonuç olarak Erbakan'ın dediği oldu ve 6. Filo'ya rağmen, Amerika'ya rağmen Kıbrıs'a çıkarma yapıldı. Burada ilginç bir anekdot aktarmadan geçmeyelim: Merhum Erbakan Kıbrıs'a çıkarma yapma niyetiyle ilgili Genel Kurmay Başkanlığı'ında brifink veriyor ve hava kuvvetlerindeki pilotlara seslenerek "Bana, 6. Filo'ya kamikazi yapacak gönüllü 8 pilot lâzım" diyor. O esnada endişe içerisinde bir general Erbakan'ın kulağına eğilerek, "İçimizde mutlaka ispiyoncular vardır, bu söyledikleriniz anında Amerika'ya ulaşmıştır, konuşmalarınıza lütfen dikkat edin" deyince, Erbakan, "Bunu bilerek söyledim, bu sözlerimin onlara ulaşmasını istiyorum. Merak etmeyin onlar geri adım atacaklardır." Nitekim Erbakan haklı çıkmıştı. Onlar bir halt edemediler. Fakat bize ambargo uygulamaya koyuldular. Buna misilleme olarak da 25 Temmuz 1975 tarihinde bütün Amerikan üslerine el koyduk. 12 Eylül 1980 darbesinden bir ay sonra ABD piyonu Kenan Evren tekrar üsleri açtı. Darbelerin arkasında hep ABD olmuştu demiştik.
28 Şubat darbesini onlar yaptırmıştı. Bunu Çevik Bir bizzat itiraf etmişti. Hatırlayalım, REFAHYOL hükümeti kurulup Erbakan başbakan olduğunda, ABD Büyükelçisi gidip elindeki talimat klasörünü Erbakan'a uzatıyor tek tek talimatları sayıyor. Erbakan bu talimatların aksine bir yol takip edince düğmeye basıp içimizdeki piyonları vasıtasıyla darbe yaptılar. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da yine ABD vardı. Sonuç olarak ifade edecek olursak ABD hiçbir zaman bize dost ve müttefik olmadı, stratejik ortaklıklardan söz etmeleri bizi kendi meşum emelleri uğruna kullanmak istemelerinden dolayıdır. BOP Başkanlığı da bu şeytanî plânlarından başka bir şey değildir. Gözümüzün içine baka baka terör örgütlerine 50 bin TIR dolusu silahı verecekler, öte yandan binlerce ağır silah ve zırhlı aracı Yunanistan'da Dedeağaç mevkiine konuşlandıracaklar ve ardından da müttefikiz diyecekler. Bu tutuma Merhum Erbakan'ın ifadesiyle, "hadi oradan, hadi oradan" denmez mi?..