Nisâ Sûresi'nin 136'ncı ayetinde Yüce Rabbimiz, "Ey imân edenler! ... imân ediniz." diye buyurmaktadır. Bu ilâhî buyruk ilk etapta bir tenakuz, bir ironi gibi gözükse de farklı zaviyeden bakıldığında bir gerçeğe işaret etmektedir. Özellikle bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak bu ayetin muhatabı olduğumuza inanıyorum. Zira her ne kadar sorulduğunda "Müslümanız" desek de yaşam olarak Müslümanlık kurallarına ve İslâm hukukuna uygun olmayan sosyal ve kamusal hayatın içerisinde olduğumuz izahtan varestedir.
İmân, her şeyden önce inanç ve aidiyet değerleriyle insicam içerisinde bir hayat yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. İslâm dininde imân ilkeleri bellidir. Teorik olarak Müslümanlar bu değerlere imân ettiğini dile getirmektedir. Ancak iş yaşayış tarzına gelince karşımıza çelişkilerle dolu farklı manzaralar çıkmaktadır. Kişiye sorduğunuzda, "Evet, ben bir yaratıcının varlığına inanıyorum, o yaratıcının rızık veren, yağmuru yağdıran, mevsimleri düzenleyen olduğunu biliyorum" diyor. Oysa Cahiliye döneminde de insanlar böyle bir inanca sahipti. Nitekim bu gerçeği Rabbimiz şöyle ifade ediyor: "Şayet o inkârcılara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?' diye soracak olsan, hiç tereddütsüz 'Allah’tır' derler. O halde haktan nasıl yüz çevirirler?" (Ankebut: 61)
"Yine onlara, 'Göklerden su indirip de onunla ölü toprağa hayat veren kimdir?' diye sorsan, hiç kuşkusuz 'Allah’tır' derler. De ki: 'Hamd Allah’a mahsustur; ama onların çoğu akıllarını kullanmazlar.”
(Ankebut: 63) Ayetlerde belirtildiği üzere mesele, Allah Teâlâ'nın yaratıcı gücünü kabul etmekle birlikte "hak" ve "hukuk" kurallarına riayet etmek ve Allah Teâlâ'ya gereğince hamd ve kulluk etmek gerekmektedir.
Bir başka ifadeyle, elbette Müslümanlar olarak Peygamberimize, Kûr'ân'a ve ahiret gününe inanmaktayız ancak Kûr'ân buyruklarını ve Peygamberimiz'in bizler için "usvetun hasene" (rol-model) olan icraat ve davranış kalıplarına ilişkin örnekliğini kendimize ne kadar düstur edinmekteyiz? Allah Resulü mescitte sadece namaz kıldıran bir imâm değildi, aynı zamanda bir aile reisi, bir ordu komutanı ve bir devlet başkanıydı. Sevgili Peygamberimiz'in bu özelliği ve bu bağlamda yapıp ettiği uygulamalar her bir mü'min için ve Müslümanların başındaki siyasîler için "usvetun hasene" (rol-model) olması gerekmiyor mu? Kulluk ve edim Allah Resulü'nü sadece namaz ve oruçla taklit ederek olmuyor. Kûr'ân-ı Kerim bize Sevgili Peygamberimiz'in örnekliğinde hem aile yaşamımızla ilgili, hem toplumsal düzenimizin tanzimine ilişkin hukuk ölçüleri muvacehesinde bir yaşam biçimi bir yönetim tarzı sunmaktadır.
Bildiğiniz üzere Allah Resulü Mekke'de 13 yıl verdiği mücadeleye rağmen orada bir toplumsal doku oluşturulamayınca Rabbimiz hicret emrini vermişti. Allah Resulü bu emirin gereği Medine'ye hicret etmiş ve orada yaşayan etnik kökenli ve farklı dinlerden insanların önde gelenleriyle yaptığı münazaralar sonucu varılan konsensüs/mutabakat ile 52 maddelik bir anayasa metni hazırlanmış ve "Medine Vesikası" denilen bu "anayasa" ile hukukun üstünlüğü prensibi esas alınarak lokal anlamda bir devlet mekanizması, bir devlet düzeni oluşturmuştu. Allah Resulü'nün önderliğinde tesis etmiş olan bu lokal devlet yapılanmasının en önemli özelliği "sürdürülebilir" olmasıydı. Ancak ne yazık ki, Sevgili Peygamberimiz'in vefatıyla birlikte, henüz defin işlemi tamamlanmadan "Sakife"de vuku bulan "karşı devrim" ile buna engel olundu. Daha sonra Emevîlerle başlayan saltanat sisteminin devreye girmesi İslâmî yönetim şeklinin tamamen ters yüz edilmesini beraberinde getirdi. 1300 yıllık İslâm tarihi değişik isimler altında ve fakat aynı yönetim şekliyle, yani monarşiyle/saltanatla yoluna devam etti. Son yüzyılda ise seküler ulus devletler devreye girdi, bir kısmı ise Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi hâlâ babadan oğula geçen saltanatla/krallıkla yönetiliyor. Maatteessüf ki, İslâm ümmeti tarih boyunca mutlak adalete dayalı ilâhî yönetim şeklini ve gerçek medeniyet ve uygarlık ilkelerini hayata geçiremedi.
Şu hâlde imânımızı tazelemek adına kendimize sormuş olalım:
Biz İslâm ümmeti olarak sorumlu olduğumuz devlet yapılanmasına ilişkin ne tür proje ve aktivitelerin içerisinde yer alıyoruz. Bu minvâl üzere gayretimiz var mı? Merhum Erbakan Hocamız diyor ki: "Hangi cemaatten, hangi tarikattan, hangi mezhepten olursan ol, eğer adil düzen için, eğer İslâm birliği için, eğer İslâm'ın hakimiyeti için mücadele etmiyorsan beş para etmezsin."
Şu hakikati bilmiş olalım ki, Allah Teâlâ'nın buyrukları ve ilâhî yasalar tatbik edilsin diye vardır. Rafa kaldırılsın, ilga edilsin, yerine nefsanî dürtüler ve gâvur kanunları konulsun diye değil.
Bildiğiniz üzere 100 yıldan beri bizim ailevî ve kamusal hayatımıza Batılı gâvurların hukuk kuralları, Avrupa'nın yaşam tarzı yön ve şekil vermektedir? Bakınız, bizim aile hukukumuz "İsviçre Aile Hukuku"na göre tanzim edilmektedir. Bizim adlî ve ceza hukukumuz "İtalyan Ceza Yasaları"na göre karara bağlanmaktadır. Bizim idarî mahkemelerimiz Fransız İdari Mahkemeleri yasalarına göre tanzim edilmektedir. Ticarî hukukumuz, Almanya Ticarî Hukuku'na göre "vahşi kapitalizmin faize dayalı serbest piyasa ekonomisi modeli ile" şekillenmektedir. Oysa faiz alıp vermek Allah Teâlâ'ya savaş açmak anlamına gelmektedir. (Bakara: 279)
Daha bundan ötesi var mı? Eğitim sistemimiz ise önceleri İngiltere Eğitim Sistemi'ne göre şekilleniyordu. 1947'den beri ise Amerika Fulbright ders müfredatına ve formasyonuna göre düzenleniyor. Fakat bir Müslüman vefat ettiğinde ancak o zaman İslâmî kurallara göre defnedilmektedir. Bu nasıl ironik durum böyle?
Üzüntü ile ifade etmiş olalım ki, bu topraklarda yaşayan Müslümanlar olarak son 100 yıldan beri karman çorman bir yönetim şeklinin muhataplarıyız...
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Emevîler döneminde de yüce dinimiz ters yüz edilmişti ve insanlar yanlış kapılarda fıkhî sorunlarını çözümleme derdindeydi. Bunu gören İmâm Cafer, "Bu insanlar bizim kapımızda neyi eksik gördüler ki başka kapılara gidiyorlar?" diye soruyor. Şimdi de biz rejimin kurucu iradesine sormuş olalım: "Müslüman bir halka böylesine ucube ve İslâm'a mugayir bir yönetim şeklini dayatırken İslâm'da neyi eksik gördünüz?" Batı öykünmeciliği adına, Batı'yı kıble edinme adına 100 yıldan beri sürdürülen böyle bir yönetim şekli ile insanlarımız imândan men edilmeye çalışılmaktadır. Nitekim bugün ortaya dinden inhiraf etmiş halk toplulukları manzarası ortaya çıktı. Bu işi sadece münferiden birkaç gencin deist olmasıyla geçiştiremeyiz. Yakın çevremizdeki insan toplulukları İslâm'ın yaşam biçiminden, İslâm'ın adab-ı muaşret kurallarından, İslâm'ın örf ve tesettür anlayışından, İslâm'ın hak-hukuk gözeten ticaret anlayışından fersah fersah uzaklaşmış. Merhum Aliya İzzetbegoviç ''Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Çünkü düşmana benzemekten başka daha zelil bir kayıp yoktur.'' diyor.
İslâm'ın eğitim sisteminden, İslâm'ın örf ve hukukundan inhiraf eden, İslâm'ın yaşam biçiminden uzaklaşmış olan böylesi bir yönetim mekanizması, böylesi bir toplumsal doku tedavülde iken biz daha uzun süre "Ey imân edenler imân ediniz" demeye devam edeceğiz. Ta ki, İslâm yeniden müesses nizam hâline gelene kadar/İslâm hukuku ile mütenasip yeni bir anayasal düzen oluşturulana kadar. Bunun uğraş ve çabasını vermek imânî bir vecibedir. Zira "imân etmek" imâna taallûk eden vecibeleri yerine getirmeyi vazife bilmektir. Müslümanlar olarak bizim bu eksikliğimiz var. Vazifemiz/misyonumuz ihmal edilmiş. Bu itibarla, bütün Müslümanlar olarak "Ey imân edenler imân ediniz" ayetinin muhatabıyız. Her şeyden önce imana taallûk eden değerlerimizi gözden geçirmeliyiz ve gereğince amel edebilmemiz için bu değerleri kuşanma azmi içerisinde olmalıyız.
Rabbimiz buyuruyor ki, "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyi olanı tesis eder, olumsuz olanı bertaraf edersiniz." (Âl-i İmrân: 110)
Sadece bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak değil 2 milyara varan ve 57 ulus devlete bölünmüş olan bütün ümmet olarak sorumluyuz. Önce birliğimizi tesis etmeliyiz ki, bu vesile ile oluşturacağımız yaptırım gücüyle dünya üzerinde garantörlük hakkımız olsun ve bu güç ile dünyayı dizayn edelim. "Allah ve Resulü'ne itaat edin. Birlik olun. Eğer birlik olmazsanız gücünüz (otoriteniz) gider." Enfâl: 46)
Birlik olup elde edeceğimiz güç ile dünya halklarına uygarlık ve medeniyet taşıyalım. Bu güç ile dünyayı yeniden şekillendirip bayındır kılalım. (Hûd: 61) Bu güç ile dosta güven, düşmana korku salalım. Bu güç ile her türlü zulüm ve sömürü son bulsun, insanlar huzur ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. Salisen bu itibarla diyeceğimiz o ki, ümmet olarak imânımızı tazelemeliyiz. Bugün 57 parçaya bölünmüş olmamız zillet ve aşağılanma olarak bize yetmektedir. İlk kıblemiz işgal altında ve her Allah'ın günü genişleyen işgal ve zulüm devam ediyor. 75 yıldan beri mazlum Filistin halkının feryadına koşamıyoruz. Şükür ki, bir İslâm devletimiz var. Hiç olmazsa onlar direniş gösteren gruplara silah yardımında bulunuyor. Suriye yönetimi ise iç savaş öncesine kadar bu gruplara İran'dan gelen silahların nakil ve sevkiyatı için lojistik destek veriyordu. Başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere küresel şeytanî güçler bu duruma tahammül edemeyip kendi eğitip donattıkları DEAŞ gibi terör örgütlerini devreye soktular ve bugün Suriye bütün şehirleri ve altyapısıyla tarumar olmuş vaziyette. Buna rağmen Siyonist çete ve büyük şeytan ABD emeline ulaşamadı. Zira Suriye'de ve Irak'ta insanlık dışı vahşet örnekleri sergileyen terör örgütleri (ki bu canavarların işledikleri cinayetlerin videolarını mutlaka izlemişsinizdir), bu iki ülkeyi ele geçirmelerine ramak kala Hizbullah ve İran'ın devreye girmesiyle bertaraf edildiler.
Bizim bu satırlarda asıl ifade etmek istediğimiz terör örgütlerine destek olmayan, daha açıkçası ABD'nin dümen suyunda olmayan, işgalci katil sürüsü Siyonist çete ile iş tutmayan/normalleşme sürecine girmeyen Müslüman ülkeler kendi aralarında yeni yeni konsorsiyumlar (birliktelikler) oluşturup "İslâm Savunma Gücü"nü tesis etmeliler ki, bölge coğrafyalarımız huzura kavuşsun ve Filistin toprakları işgalden kurtulmuş olsun.
Atalarımız ne demiş? "Bir elin nesi var, iki elin sesi var." "Birlikten kuvvet doğar." Bütün İslâm ülkeleri yek vücut olmalı ki Filistin kurtulsun. İslâm ümmeti ancak bu şekilde izzet ve şerefine kavuşabilir. Bakınız, "Direniş Cephesi" ancak bu kadar varlık gösterebiliyor. Oysa biz İslâm ümmeti bütün yeryüzünde vuku bulan kötülükleri bertaraf etmek için görevlendirilmiş bulunmaktayız. "Yeryüzünde fitneden (her türlü kötülükten) eser kalmayıncaya ve din hükümleri Allah adına tatbik edilinceye kadar cihad ediniz." (Bakara: 193)
Bu mesuliyetin bilincinde olmak zorundayız. Savsaklanamaz ve ertelenemez bir sorumluluk bu. Bunun ön şartı ise İslâm Birliği'ni tesis etmektir. Müslüman halkların başındaki siyasiler Merhum Erbakan Hocamız gibi bu işin uğraş ve çabasını vermek zorundadır. Müslümanların başındaki siyasîler eğer böyle bir uğraş ve çaba içerisinde değillerse hem Allah Teâlâ'nın muazzez dinine hem İslâm ümmetine ihanet etmiş olmaktadırlar. Müslümanlar siyasî tercihlerini bu şekilde belirlemelidir. Müslümanlar kimlere, hangi siyasî partiye vekâlet vereceklerini bu kriterlere göre belirlemelidir. Bu ümmet geçmiş tarihlerde liyakat sahibi olmayan entrikacılara ve saltanat sahiplerine "teba" oldular. Yüzyıllarca bu yanlış devran böyle devam etti. Bari bundan sonra bu hengâme böyle devam etmesin. Son yüzyılda ümmet parçalanmış ulus devletlerin tasallutunda ve geri kalmışlık zilleti altında idame-i hayat etmektedir. Bu onur kırıcı hâl devam etmemeli. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Güç ve izzet Allah'ın, Resulü'nün ve mü'minlerindir."
(Münafikûn: 8)
Allah'ın ve Resulü'nün güç ve izzetini bütün insanlık âlemi görüyor ve itiraf ediyor, ancak Müslümanlara bahşedilmiş bu sıfat koşullu olduğu için gereği ve koşulu ihmâl edilmiş olduğundan dolayı bugün ümmet bu vasıftan fersah fersah uzak. Binaenaleyh ve bu yüzden diyoruz ki: "Ey İmân edenler, imân ediniz." Ümmet kendine gelmesi, olması gereken yerde olması için imân tazelemeli ve gereğince yeni bir yapılanmaya gitmeli. Vesselâm...