Sayın okuyucumuz bazı konuları masaya yatırıp analizde bulunmaya teşebbüs ettiğimizde, olayın sibâk ve siyakını, yani öncesi ve sonrasını da tahlil etmemiz gerektiği kanaatine varıyoruz. Kısacası, emperyalist ABD ile ilgili başlığımızdaki meseleyi irdelerken ilk sapma olayını ele alarak konuya giriş yapma ihtiyacı hissettik. Bu sebeple ister istemez yazı biraz uzun oluyor. Kusurumuza bakmayın lütfen...
ABD ile ilgili asıl ve öncelikli olarak kamuoyumuzun bilmesi gereken konu şu: Biz ne zaman ve ne şekilde emperyalist ABD'nin tasallutu altına girdik? Bunu bilmek zorundayız. Konuya buradan girmek istedik: Dönemin Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu, 1931 yılının Kasım ayında ABD'ye yaptığı iadeyi ziyaret ve resmî/diplomatik görüşmelerden sonra süreç içerisinde gelişen olaylar bize gösteriyor ki, bu tarih Amerikan emperyalizmine teslimiyetimizin miladı olmuştu. Baştan ABD'den bir heyet Türkiye'yi ziyaret ediyor. Buradaki görüşmelerden sonra dönemin Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu'na oltayı atıp onu ABD'ye davet ediyorlar. Devşirecekleri ve piyon olarak kullanabilecekleri devlet adamlarına bunu hep yapıyorlar. İlk etaptaki maksatları resmî kanaldan ve Yahudi/Siyonist para spekülatörleri aracılığı ile Türkiye'ye borç vermek. ABD'nin buradan güttüğü amaç, bir taraftan Türkiye'yi buyruk altına almak, diğer taraftan Siyonist para babalarının da devreye sokulması ile, ileride İngiltere'nin vaad ve gayretleriyle Filistin topraklarında kurmayı tasarladıkları devlete göz yumdurup onay aldırmak. Nitekim öyle de oldu. Siyonist çeteye sözde devlet kurdukları zaman onları ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye olmuştu. Evet, borç alan buyruk almak ve susmak zorundaydı. Kimse gücenmesin ama acı bir gerçek olarak ifade edecek olursak, büyük şeytan ABD ile olan münasebetimiz daha işin başında "ağa-ırgat" ilişkisi gibiydi. An itibariyle arama motoruna bakarken çok daha vahim bir veri ile karşılaştık. Şöyle ki, Takvim Gazetesi adına Arda Uskan, Merhum Aytunç Altındal ile yaptığı röportajda, Altındal Şükrü Saracoğlu'nun "Harem" kod adı ile ABD ajanı olduğunu iddia ediyor. Bu elbette büyük bir iddia. Ancak garpzede (aidiyet değerlerine sırt çevirip Batı'yı kendisine kıble edinen) birinin maliye bakanı iken ABD'ye gidip sadece para dilenmediği, ayrıca ABD ile farklı ilişkilere girdiğini, İslâm'a olan düşmanlığından ve başbakanlığı döneminde zalimane uygulamalarından anlamaktayız. Dolayısıyla yönettiği halkın dinine, inancına, hasılı aidiyet değerlerine düşman olan hainlerden her türlü ihanet ve kötülük beklenir. Kısacası bu kişinin illa ki ABD ajanı olması gerekmiyor. Bu şahıs bir demecinde yüce dinimiz İslâm'ı hedef alarak, "Din zehirdir. Biz bu dinin tesirinden kurtulmamız için daha 30 seneye ihtiyacımız var" demişti. Bu sözlerine ve hakkındaki iddiaya istinaden diyebiliriz ki, daha sonraki yıllarda (1946) ABD adına üstlenmiş olduğu misyon gereği milli eğitimimizi Fulbright Antlaşması ile ABD'ye teslim etmişti. Kısacası, kapılarımız ABD emperyalizmine Şükrü Saracoğlu vasıtasıyla 1931 yılında açıldı ve ilerleyen zaman içerisinde sadece Fulbright Antlaşması ile yetinilmedi. Sonrasında "Marshall Plânı" ile daha da içimize nüfuz ettiler. Fakat bununla da mutmain olmadılar. Bizi NATO'ya almak vaadi ile önce Kore'de bir hiç uğruna askerlerimiz telef edildi. Sonra lütfedip bizi NATO'ya aldılar. Bu şekilde birçok kentimize, sadece NATO'nun değil, ABD üslerini de takviye olarak kurdular. Bu vesile ile Türkiye tamamen ABD'nin kontrolü altına girmiş oldu. Ancak zaman zaman bu kontrol mekanizması için tehlike addedilen sosyal ve politik gelişmeler karşısında hemen önleyici tedbirlere baş vurarak devreye soktukları devşirme muvazzaf subaylarına askerî darbeler yaptırdılar. Hatırlayalım, Adnan Menderes bir takım anlaşmalar konusunda ABD ile ters düştüğünden dolayı aynı kapsamda Rusya ile anlaşmak için Moskova'ya gitme kararı aldığında devşirilmiş piyonlarına apar topar ihtilâl yaptırıp adamı idam ettiler. 71 muhtırası sol tandanslı gruplar tehlike görüldüğü için düğmeye basıldı. 12 Eylül 80 ihtilâli ise Müslüman kesime ve İran'ın devrim ihracına karşı bir set olarak yapıldı. Ayrıca bu ihtilâlin ikinci bir etkeni ise, Merhum Erbakan tarafından 25 Temmuz 1975 tarihinde kapatılmış olan üsleri tekrar açtırmak.. Amaç tahakküm ve işgale kaldıkları yerden devam etmek.
Bildiğiniz üzere, 11 Şubat 1979 yılında İran coğrafyasında İslâm devrimi gerçekleşince ilk iş olarak ABD hegemonyasına son verildi. Bu şekilde ABD'nin emperyal/sömürgeci elleri İran coğrafyasından kesilince "acaba Türkiye'yi de mi kaybediyoruz" endişesine kapıldılar. Zira 12 Eylül'den 6 gün önce Merhum Erbakan Konya'da "Büyük Kudüs Mitingi" yapınca bu melunları telaş kapladı ve alelacele 6 gün içerisinde (yine kendi devşirmeleri olan) Kenan Evren'e ihtilâl yaptırdılar. Askerî cunta ihtilâlden hemen iki hafta sonra ABD üslerini tekrar açtı. Şunu bilmiş olalım ki, ABD Türkiye üzerindeki entrikalarına kesintisiz bir şekilde devam etmektedir. Yine bildiğiniz üzere 28 Şubat Postmodern Darbesi'ni de onlar yaptırmışlardı. Merhum Erbakan başbakan olduğunda ABD büyükelçisi elinde maddeler hâlindeki talimat dosyası ile kendisini ziyarete gidiyor. Erbakan klasördeki talimatların tam zıddına hareket edince düğmeye basıp meşum postmodern darbeyi yaptılar. Darbe öncesinde ve sonrasında, (şimdi rütbeleri sökülmüş olan), Çevik Bir isimli piyon Amerika'ya gidip patronlarından talimat alıp rapor sunmuştu. Bütün maksatları Türkiye'de gelişmekte olan İslâmî nizam taleplerine engel olmaktı. Yine ABD'nin talimatıyla kapısına kilit vurulan Refah Partisi'nin kapatılma gerekçesi İslâmî düzen söylemlerinden dolayı idi...
En son 15 Temmuz darbe girişimini düşünün. Merhum Erbakan'ın öğrencisi olan Erdoğan'ın kurmuş olduğu hükümet ABD'nin İran ile altın ve doğalgaz ticaretine konulan kotayı aşarak Hindistan üzerinden Halk Bankası'na para transferi gerçekleştiriyordu. Bu durum, "Cennete giden yol İran'dan geçse ben etraftan dolaşırım" diyen FETÖ elebaşısını ve ABD'yi son derece rahatsız etmiş ve ağızlarına-burunlarına bulaştıracak şekilde darbe girişiminde bulunmuşlardı. "Onlar bir tuzak kurdular, buna mukabil Allah da tuzaklarını başlarına geçirdi." (Al-i İmrân: 54) Darbenin hemen ertesi günü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kameraların karşısına geçip, sert bir üslupla ve açık açık darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğunu söyledi.
Büyük şeytan ABD, darbe girişiminin ihezimetinden sonra da entrikalarına ara vermeden devam etti. Hatırlayın, bir önceki ABD başkanı Donald Trump, Sayın Erdoğan'ı hedef alarak küstahça ve tahkirat içerikli Tweet'lerle, "Senin ekonomini çökerteceğim, seni dolarla vuracağım" diyordu. Akabinde şimdiki başkanları Joe Biden iktidara gelmeden önce seçim propagandaları yaparken benzeri tehditlerde bulunuyordu. Bu tehditlerle birlikte memleketimiz nasıl bir ekonomik krizin içerisine sokuldu hepimiz şahit olduk. Şimdi baktılar ki sosyal patlamalar olmadı ve Erdoğan'ı yıkamadılar, bu sefer terör yaygaralarıyla Avrupa ülkelerinin konsolosluklarını kapattırıyorlar. Büyük şeytan çok yönlü çalışıyor. Bu şarlatanca yapılan dedikodular ve ABD'nin perde arkasından yaptığı dayatmalardan dolayı İsviçre, İsveç, Norveç, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya gibi 9 Avrupa ülkesi güvenlik gerekçesi ile İstanbul'daki konsolosluklarını geçici olarak kapattı. Bunun ABD tuzağı olduğunu bilen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, terör eylemi tehdidi iddiasıyla konsolosluklarını kapatan 9 Avrupa ülkesinin büyükelçilerini Dışişleri Bakanlığı'na çağırdı. Tabiri caizse Sayın Çavuşoğlu büyükelçileri sigaya çekti.
İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu ise, bazı ülke konsolosluklarını çalışmalarına ara vermeleriyle ilgili, "Türkiye'ye karşı psikolojik bir harp yürütülüyor. Uluslararası bir operasyonla karşı karşıyayız" ifadesini kullandı.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ise, söz konusu konsoloslukların kapatılmasına tepki gösterdi.
Ömer Çelik'in açıklamaları şu şekilde: "Ülkemizdeki bazı büyükelçiliklerin ve başkonsoloslukların ülkemizin güvenlik koşulları hakkında endişe yaymaya dönük açıklamalar yaptıklarını görüyoruz. Bunlar sorumsuz açıklamalardır. Bu sorumsuzluk kabul edilemez. Türkiye güvenli bir ülkedir. Güvenlik güçlerimiz ve istihbarat birimlerimiz işinin başındadır. Bugün güvensiz olarak nitelenebilecek ülkeler; göçmen düşmanı ve İslâm düşmanı siyasî hareketlerin demokrasilere meydan okuduğu, kutsal kitabımız Kûrân-ı Kerim’e saldırılan yerlerdir. Ülkelerimiz arasındaki ilişkileri geliştirmeyi hedeflemesi gereken misyonların daha özenli ve sorumlu açıklamalar yapmaları gerekir. Türkiye’yi yıpratmaya dönük açıklamaları reddediyoruz." Sayın okuyucumuz bildiğiniz üzere konsoloslukların kapatılma süreci şöyle başlamıştı:
İsveç'te, ırkçı bir partinin başkanı olan Rasmus Paludan 21 Ocak'ta, Türkiye'nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kâr'ân-ı Kerim'i yakması üzerine, söz konusu eylem dünya Müslümanlarının ve Ankara'nın sert tepkisini çekmişti. Olayın ardından İstanbul'daki İsveç Büyükelçiliği önünde de protesto gösterileri yapılmıştı. Biz de protesto eylemlerini Kudüs TV adına canlı olarak yayınlamıştık.
Öte yandan, Paludan'a destek vermek isteyen ırkçı Batı'nın İslâmlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (PEGIDA) hareketi lideri Edwin Wagensveld de Hollanda'nın Lahey kentinde yaptığı eylemde Kûr'ân-ı Kerim'i yırtarak ayaklarının altına almış ve akabinde büyük bir iştiyak ile Kûr'ân-ı Kerim'i yakmıştı.
Art arda yapılan birkaç eylem üzerine herhangi bir saldırı tehdidine karşı önlem almak istediklerini bildiren 9 Avrupa ülkesi İstanbul'daki konsolosluk binalarının sözde "artan güvenlik tehdidini" gerekçe göstererek kapatmıştı. Elbette bu bir güvenlik sorunu değildi. Zira İsveç konsolosluğu önünde yapılan eylemlerde en ufak bir taşkınlık olmamıştı. Konsolosluk önünde toplanan insanlar sloganlarla öfkelerini dile getirmişlerdi. Hepsi bu kadar. Ama büyük şeytan ABD'nin derdi başkaydı. Bu gelişmeyi fırsata dönüştürerek insanları endişeye sevk edip kaos ortamı oluşturmak ve böylece uluslararası arenada Türkiye'nin imajını sarsmak.. Buna istinaden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kameraların karşısına geçip, (olması gerektiği gibi) diplomasî teammüllerini aşarak sert bir üslupla Amerika'nın entrikalarını eleştirdi.
Sayın Soylu şunları söyledi:
"Türkiye'ye gelen her Amerikan elçisi, 'Ben Türkiye'de nasıl darbe yaptırırım?' hesabını yapmaktadır. Bu Türkiye'nin temel talihsizliğidir. 'Türkiye'ye ne yapıp edip, nasıl zarar veririm, babalarıma nasıl yaranırım?' dertleri budur. Türkiye'nin yıllardan beri en önemli talihsizliklerinden biri budur. Diğer büyükelçilikleri toplar fıs, fıs, fıs, onlara akıl vermeye çalışır. Avrupa'da da aynısını yapıyorlar. Onları idare ediyorlar. ABD büyükelçisi Avrupa'yı bu şekilde dizayn ediyor. Zannettiler ki, Türkiye'yi bu şekilde dizayn edecekler! Ama onların oyununu Recep Tayyip Erdoğan bozdu. Onlar zannediyorlardı ki fıs, fıs ile Türkiye'ye oyun kursunlar. Amerikan Büyükelçisi'ne buradan söylüyorum, hangi gazetecilere yazı yazdırdığını biliyorum. Pis ellerini Türkiye'nin üzerinden çek, çok net söylüyorum, pis ellerini Türkiye'nin üzerinden çek. Neleri yaptırdığınızı, hangi adımları attırdığınızı, Türkiye'yi nasıl karıştırmak istediğinizi net bir şekilde biliyorum. O pis ellerinizi, o maskeli sırıtan yüzlerinizi Türkiye'nin üzerinden çekin. Bu kadar açık."
Evet, sayın okuyucumuz İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun 15 Temmuz darbe girişiminin ertesi günü ABD'ye yönelik yaptığı konuşmanın bir benzerine şimdi de tanık olduk. Bu sözler bir Osmanlı tokadından farksız, yani yenilir yutulur cinsten değil. Soylu, büyük şeytan ABD'ye yönelik böylesine sert bir üslupla yapmış olduğu konuşma hiç kuşkusuz Türkiye kamuoyunun duygularına da tercüman oldu. Ancak yukarıda bahsetmiş olduğumuz Merhum Erbakan'ın ABD üslerini (25 Temmuz 1975 tarihinde) kapatmış olmasının "rol-model örnekliği" ile ifade etmiş olalım ki; bu topraklarda ebedi olmak üzere tekrar o meşum, nifak, entrika ve fitne yuvası üslerin kapatılmasını (tüm kamuoyumuz adına) can-ı gönülden bir temenni ile arzulamaktayız. Yine Rabbimizi şahit tutarak ifade etmiş olalım, bunun aksini hiçbir Müslüman, hiçbir onur ve erdem sahibi insan düşünmez, şayet düşünen olursa o kişiler imânlarını, onurlarını ve hür iradelerini sorgulayıp kontrol etsinler. Vesselâm...