Direniş Cephesi'ni hariç sayacak olursak, gerek içerisinde bulunduğumuz toplum ve gerekse ümmet genelinde Filistin davasına ilişkin kuşanmamız gereken hassasiyette adeta sınıfta kalmış vaziyetteyiz.
Gelinen nokta itibariyle maatteessüf ki Filistin konusunda hükûmetlerin ikircikli tutumlarından dolayı insanlarımızın pek çoğunda algı yanılsamaları mevcut. Bu hazin durum aslında kutsal Filistin davamıza karşı vefasızlığın göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hani kutsal Filistin toprakları bizim Namus-u Ekber'imizdi? Ne yazık ki, insanların çoğunda Filistin diye bir dert kalmamış adeta...
Mesleğimiz icabı halkımızın her kesimi ile röportajlar yapmaktayız. Filistin ile ilgili yönelttiğimiz sorulara gayet olumlu, yani olması gerektiği gibi "hassasiyet ve duyarlılık bağlamında" nitelikli cevap veren insanlarımız var, fakat bunlar çok azınlıkta.. Asıl bizi üzen husus "Yüzyılın Anlaşması" ve "Abraham Anlaşmaları" sonucu Siyonist işgal çetesi ile girilen normalleşme sürecine Türkiye'nin de eklemlenmiş olması. Öyle ki, bu adı geçen iki anlaşmada biz yokuz fakat bizim Siyonist çete ile ikili ilişkilerimiz işgal rejiminin kuruluş yıllarına dayanmaktadır. İroni dili ile ifade edecek olursak, bizim Arap ülkeleri gibi bu anlaşmaya ihtiyacımız yok, zira biz 1948 yılında adı geçen anlaşmaları en ihanet boyutuyla yapmış bulunmaktayız...
Arap ülkeleri ise uzun yıllar işgalci Siyonist çeteyi tanımamakta ısrar etti. Zaten 67 ve 73 hezimetleri dahil olmak üzere belirli aralıklarla savaş hâlindeydiler. Sonunda büyük şeytan ABD'nin dayatması ile İsrail'i tanıyan ilk Arap ülkesi Mısır oldu. Bu teslimiyet ve ihanet Camp Devid Anlaşması olarak anılmaktadır. Bu anlaşma 17 Eylül 1978 tarihinde imzalanmıştı. Türkiye ise Siyonist çetenin 14 Mayıs 1948 tarihindeki ilanından 12 saat sonra (ABD'nin hemen ardından) onu tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştu. Ülke olarak Filistin davamıza yönelik en büyük ihanet o gün yaşanmıştı. Elbette işgalci İsrail sadece tanımakla kalınmadı, her türlü diplomatik ve ticarî ilişkiler zamana yayılarak geliştirilmiş oldu. Bugün Siyonist çete ile ticarî hacmimiz çok çok ileri boyutlarda...
Mısır, işgalci İsrail'in Filistin toprakları üzerindeki varlığını tanıyınca diğer Arap ülkeleri tepki göstermişlerdi. Fakat o gün Mısır devlet başkanı Enver Sedat, "Arap dostlarımız bugün bana tepki gösteriyorlar, fakat bir gün gelecek onlar da İsrail ile anlaşmak için sıraya girecekler" demişti. Nitekim Sedat'ın dediği oldu. "Yüzyılın Anlaşması" ve "Abraham Anlaşmaları" ile hepsi adeta biribiriyle yarışarak Siyonist çete ile normalleşme sürecine girdiler. Mavi Marmara kriz dönemi hariç Türkiye zaten öteden beri Siyonist çete ile "normal" ilişki içerisinde, fakat biz Müslümanlar açısından bu ilişki "anormal" bir durum arzetmektedir. En son yaşanan gelişme ile hükümet adeta sözleşme tazelemek için Siyonistlerin liderini Türkiye'ye davet etti. Üzücü olan diğer bir husus ise Siyonist çete lideri Yitzak Hertzog Türkiye'ye geldiğinde atlı seremonilerle ve büyük törenlerle karşılanmış olması.. Bu durum sadece mazlum Filistin halkını rencide etmedi, bütün İslâm âlemini üzmüş oldu. Olayın bir başka boyutu ise, bu ziyaretle Filistin davasına vukûfiyeti olmayan bir takım insanlarımızda algı değişikliği yaşanmaya başladı. Bir başka ifadeyle, Hükûmet zaman zaman gizliden yürüttüğü ikili münasebetleri ve ticarî ilişkileri ziyaret boyutuna taşıyınca bu algı avama "normalleşme" olarak sirayet etti. "İşte efendim devletler arası mütekabiliyet esasına dayalı bir takım ticarî ve diplomatik ilişkilerin olması doğaldır. Hatta bu durum Gazze halkı için müspet bir gelişmedir. Zira bu tür diplomatik ilişkiler sonucu Filistin halkının maslahatına uygun bir takım gelişmeler olması gayet olası bir durumdur" diyenler olmaktadır. Bu nasıl iyi niyet temennisidir böyle? Bu yaklaşım elbette ki Siyonist çetenin akide ve ideolojik yapısını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Hatta bazıları iki devletli çözümü önermektedir. Nerede ise iki yüzlü Batılı ülkelerin dili ile, "İsrail'in kendini savunma hakkı vardır" diyecekler. Baştan sona katil ve işgalci olan bir çetenin kendisini savunmaya nasıl hakkı olabilir? Hırsıza yapılacak en toleranslı muamele çaldığı malı iade etmesini sağlayıp onu o gasp ettiği yerden kovmaktır. Bizim ve Müslüman ülkelerin başındaki yöneticilerin sorumluluğu bu minvâl üzeredir. Şunu bilmiş olalım ki, hırsız ve gasıplarla diplomatik ilişki küllüm haramdır. İslâm ümmetinin başındaki yöneticiler, Mehum Erbakan Hocamız'ın D-8 kapsamındaki projesi olan "İslâm Birliği" ile birlikte "İslâm Savunma Gücü"nü tesis edip Siyonist işgal çetesini güç kullanarak oradan kovmak ödevindedir. "İslâm Birliği" ve "İslâm Savunma Gücü" her şeyden önce imana taallûk eden bir projedir. Bunu hayata geçirmek için çaba sarf etmeyen Müslümanların başındaki her yönetici yüce dinimiz İslâm'a ve İslâm ümmetine ihanet etmiş olmaktadır. Bunu bilmek zorundayız. "Siyonistler ancak güçten anlar" diyen Merhum Erbakan Hocamız'ın böyle bir ideali ve düşüncesi vardı. 28 Şubat ile buna engel oldular... Bugün gelinen nokta itibariyle, Siyonist çetenin 1948 yılından bu yana adım adım, karış karış sürdürdüğü gasp ve hırsızlamaların yanısıra Filistin topraklarından çaldıkları doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa'ya satmanın derdindeler. Bu nedenle diyoruz ki, Siyonist çete her şeyden önce hırsızdır, gasıptır ve aslında en önemlisi Müslüman kardeş Filistin halkının katilidir. Hem öyle şirret bir katil ki, dur durak bilmiyor ve çoluk-çocuk, kadın ve yaşlı demeden mütemadiyen işlemiş olduğu cinayetlerine her Allah'ın günü yenilerini ekliyor. Kadın, yaşlı, genç ve çocuk demeden mütemadiyen cinayet işliyor. Öylesine acımasız, öylesine canavar katil ki özellikle çocukları öldürüyor. Geçen yıl sadece katlettiği çocuk sayısı 100 dolayında. Büyük şeytan ABD'ye sırtını dayayan şirret çete zamana yayılmış bir soykırım işliyor. Dünya seyrediyor, İslâm ümmeti ise kış uykusunda. İki üç gün önce sosyal medyada görmüşsünüzdür, Siyonist işgalci asker savunmasız yaşlı bir kadına nasıl kurşun sıkıyor? Gün geçmiyor ki bir öldürme olayına tanık olmayalım. Bu satırları yazdığımız esnada, yani bugün sokak kamerasına yansıyan görüntüde tanık olduğumuz bir başka cinayet olayı ise, kucağında çocuğu ile yürüyen bir kadın başından vurularak katlediliyor. Zavallı mazlum kadın, hiçbir şeyden habersiz başına isabet eden kurşunla Rabbine ruhunu teslim edip, çocuğu ile birlikte yüzüstü yere kapanıyor. Hangi vicdan sahibi insan bu manzara karşısında kahrolmaz ki? Ama ne yazık ki bu insanlık dışı hunharca işlenen cinayetler karşısında, ümmet olarak biz de Batı dünyası gibi sadece seyrediyoruz. Birleşmiş Milletler'den beklentimiz var! Hayır efendim beşli çetenin taşeronu olan iki yüzlü Birleşmiş Milletler'den beklentimiz olmamalı. Birleşmiş Milletler bugüne kadar zulme uğrayan, katliama maruz kalan Müslüman bir topluluğa sadra şifa kabilinden hiç yardımcı olmuş mu? Daha dün Bosna'da 350 bin dolayında insanımız hunharca katledilirken Birleşmiş Milletler bünyesinde "Koruma Gücü" misyonu olan UMPROFOR (United Nations Protection Force) sadece seyretmekle kalmadı, güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa'nın silahlardan arındırılmış savunmasız halkını, Hollandalı Albay Thomas Karremans Sırp general Ratko Mladič'e teslim etmedi mi? Sırp caniler soykırım işleyerek iki gün içerisinde 8372 mazlum Bosnalıyı topluca katletmedi mi? Siyonist çete ise bu işi zamana yayarak yapıyor. Filistin toprakları üzerinde her Allah'ın günü zulüm var, katliam var. Az önce ifade ettiğimiz gibi sadece geçen yıl 100 dolayında çocuğu katletti. Sen o masum çocuklardan ne istiyorsun? Fakat olur mu? Bakınız Siyonist çetenin milletvekili olan bayan Evimiz Yahudi Partisi kadın milletvekili Ayelet Shaked
Knesset'te yaptığı konuşmada aleni bir şekilde, hamile kadınları öldürülmelerini teşvik ederek, "Daha fazla ‘yılan’ yetiştirememeleri için kadınları ve özellikle hamile anneleri de öldürelim" diyordu. İşte karşımızda böylesine canavar bir düşman var. Elbette bu canavarlığı muharref Tevrat'tan ilham alarak yapıyorlar. Bakınız muharref Tevrat onlara nasıl bir yönlendirme yapıyor: “Ve yayları gençleri/çocukları ve hamile kadınları yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar, hamile kadınların karınları deşilecek, gözleri çocukları acımayacak, esirgemeyecek."
(İşaya, bab 13, ayet 15, 16, 18, s 683)
Böylesi bir inanca sahip olanlarla diplomatik ilişki mi olurmuş?
Başımızdaki siyasiler de kalkmış diplomatik ve ticarî ilişkilerden söz ediyor. SuphanAllah, velâhavle...
Elzem olarak İslâmî siyasetin izzetli duruşuna ihtiyacımız var. Az önce ifade ettiğimiz gibi, Merhum Erbakan Hocamız, "Siyonistler ancak güçten anlar" diyordu. Erbakan'ın duygularına tercüman olan İmâm Humeynî ise vermiş olduğu fetvalarda şunları söylüyordu: "Siyonistlerle her türlü diplomatik ve ticari ilişki haramdır. Siyonistler kutsal Filistin topraklarına saplanmış bir hançerdir. Mutlaka oradan sökülüp atılmalıdır." Bir başka demecinde ise, Siyonistlerin Filistin toprakları üzerinde bir kanser tümörü olduğunu dile getirip, mutlaka oradan sökülüp atılmaları gerektiğini ifade etmekteydi. Yine İmâm Humeynî o meşhur sözünde, "Her Müslüman bir kova su dökse İsrail'i sel alır" diyordu.
İmâm Humeynî beyanatlarını sadece teorik olarak dile getirmiyordu. Vermiş olduğu talimatla Devrim Muhafızları Ordusu bünyesinde müstakil olarak Kudüs Gücü adında bir muharrib yapı kurdurdu. Ayrıca İslâm ümmetinin Filistin davasına karşı sorumluluğunu unutmaması için her Ramazan ayının son Cuma'sını "Kudüs Günü" olarak ilân etti. O gün bugündür dünyanın her yerinde duyarlı Müslümanlar "Kudüs Günü" geldiğinde çeşitli etkinliklerde bulunarak Filistin davasını canlı tutmaya çalışmaktadırlar. Şunu bilmiş olalım ki, denizden nehire kadar bütün Filistin toprakları bizim "Namus-u Ekber"imizdir. Kutsal Filistin topraklarına bu gözle bakmalıyız. Filistin topraklarını kutsal kılan Yüce Rabbimiz'dir. İsra Sûresi'nin ilk ayetinde biz bunu görüyoruz...
1917 yılında İngiltere bu toprakları işgal etti. Bu işgalin amacı Filistin toprakları üzerinde İsrail diye bir devlet kurmaktı. Fakat o günkü demografik yapı buna müsait değildi. Zira o topraklarda sadece birkaç bin Yahudi yaşıyordu. Hummalı bir şekilde harekete geçip dünyanın muhtelif yerlerinden topladıkları Siyonist Yahudileri Filistin topraklarına yerleştirmeye koyuldular. Zira dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonistlere Filistin toprakları üzerinde meşhur "Balfour Deklarasyonu" ile bir devlet kuracaklarını vaadetmişti. Nitekim tarih 14 Mayıs 1948'i gösterdiğinde Birleşmiş Milletler İngiltere'nin buyruğu ile Siyonist İsrail'in Filistin toprakları üzerindeki varlığını ilan etti. Siyonist çeteyi ilk tanıyan ülke ABD oldu. Akabinde Siyonistleri ilk Müslüman ülke olarak Türkiye tanımıştı.
Biz Müslümanlar imanî bir vecibe olarak Siyonist çetenin Filistin toprakları üzerindeki varlığını tanımıyoruz. Zira Siyonist çete orada sadece ve sadece "işgalci" konumundadır.
İşgalci çaldığı o toprakları bırakıp gitmek zorundadır. Merhum Şeyh Fadlullah'ın ifade ettiği gibi, Siyonistler Müslüman olsalar dahi onları oradan çıkarmak zorundayız. Çünkü bir Müslümanın kardeşinin evini, bahçesini ve tarlasını gasp etmeye hakkı yok."
Sonuç itibariyle, Müslümanlar olarak bizim Filistin davamıza bakış açımız bu olmalı. Müslümanların başlarındaki hükûmetlerin tutum ve davranışlarından sirayet eden işgalci Siyonist çetenin Filistin toprakları üzerindeki varlığını kabullenici yaklaşımlarını imânımızın gereği olarak reddediyoruz. "Dünya Kudüs Günü"nü bu bilinçle kuşanmak ve ihya etmek ödevindeyiz...