Hiç kuşkusuz Kerbelâ vakası ile ilgili bugüne kadar çok şey söylendi ve yazıldı. İslâm dünyasının hemen hemen her kesimi yani Şiî’si, Sünni’si ve Alevî’si ile her ekol ve mezhepten Müslümanlar, Kerbelâ anıldığı zaman İmâm Hüseyin ve yarenleri için hüzünlenir ve Yezid’e lânet okurlar. Fakat İmâm Hasan ile yapmış olduğu sözleşmeyi ayaklarının altına alıp çiğneyen ve İmâm Hasan’ı suikastle zehirletip öldürten, ardından akli dengesi yerinde olmayan sarhoş-ayyaş oğlunu veliaht ilan edip İslâm’ı saltanata dönüştüren Muaviye hakkında pek söz edilmemektedir.
Muaviye her şeyden önce Mekke’nin fethinden sonra babası Ebu Sufyan ile birlikte can korkusuyla İslâm’a teslim olmuş kişilerdir. Sevgili Peygamberimiz Mekke’nin fethinden sonra İslâm’a teslim olup Müslüman olduklarını söyleyenlere pek güvenmemiş ve onlara ümmet bünyesinde farklı bir statü ile “tuleka” ismini vermiş. Ayrıca onlar hakkında ashabını uyarıp “tuleka” olanlara kesinlikle siyasi yetki verilmemesini emretmişti. Buna rağmen Muaviye allem edip, kullem edip çeşitli entrikalarla Hattaboğlu Ömer gibi otoriter birinin döneminde Şam’a vali olmayı başarmıştı. Şam o dönemde İslâm topraklarının en verimli bölgesiydi. Bütün Müslümanlara yetecek kadar gelirleri vardı. Ancak Muaviye bu zenginliği merkezi hükümetle paylaşmak istemiyordu. Muaviye’nin lüks, israf ve şaşaalı bir hayatı vardı. Halk yoksulluk çekerken o lüks ve debdebe içerisinde saraylar yaptırmanın derdindeydi. Şam ahalisi memnuniyetsizliğini dile getirmeye kalkınca Muaviye’nin hışmı ile karşılık buluyordu.
Halk merkezi hükümete elçiler göndererek şikayette bulununca Halife Ömer onlara, “Bırakın şunu! O Arabın kisrası olmanın derdinde!” gibi sözlerle huzuruna gelenleri geri gönderiyormuş. Rivayetlere göre Halife Ömer yapı itibariyle sert mizaçlı ve çok otoriter biriydi. Diğer şehirlerdeki valiler hakkında her hangi bir şikayet söz konusu olduğunda hemen o valiyi azledermiş. Ama nedense birçok şikayete rağmen Muaviye’ye dokunmuyor. Muaviye bunu fırsata dönüştürüp Şam’daki otoritesini daha da pekiştiriyor. Özellikle Osman bin Affan döneminde Muaviye Şam’da adeta özerk bir yönetim oluşturmuştu. Zamanla tamamen başına buyruk hareket edip merkezi hükümetle bağını koparmıştı. Beytül malı istediği gibi har vurup harman savuruyordu. Eline geçirdiği maddi imkânlarla sadece saraylar değil, değişik coğrafi güzelliği olan yerlerde kasırlar ve malikâneler yaptırmıştı.
Durum öyle bir hâl almıştı ki Muaviye tamamen krallara özgü lüks ve ihtişamlı bir hayat yaşıyor olmuş. Bu durumdan genel anlamda Şam halkı rahatsız oluyordu fakat maruz kaldıkları baskılardan dolayı seslerini çıkaramıyorlardı. Zindanlar muhaliflerle doluydu. Ancak bir sahabe, bir yiğit insan vardı ki, korkusuzca Muaviye’yi eleştirmekten geri durmuyordu. Bu sahabe, bu yiğit insan Ebu Zer-i Gıffari’den başkası değildi. Ehl-i Sünnet kaynaklarında meşhur olan eleştirisinden biri şuydu: “Ey Muaviye! Sen bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israf etmişsin, bu büyük bir haramdır. Yok eğer bu sarayı beyt’ül mal gelirleri ile yaptırmışsan bir gasıp olarak bu da kebahir günah ve büyük bir haramdır.” Ebu Zer bu ve benzeri eleştirileri ile Muaviye’nin hışmına uğrayıp zindanlara tıkılmıştı.
Fakat Ebu Zer eleştirilerini zindanda da sürdürünce Muaviye çare olarak onu Halife Osman’a şikayet ediyor. Osman, “Onu bana gönder” diyor. Ebu Zer Medine’ye gönderildiğinde, Osman ceza olarak bu yiğit sahabeyi Rebeze çölüne sürgün ediyor. Sevgili Peygamberimiz’in methine mazhar olmuş bu güzel sahabeye sürgün reva görülüyor. Osman bin Affan Ehl-i Sünnet kaynaklarında çok mülayim biri olarak anlatılır. Oysa Ebu Zer’e karşı tavrı onun şahsiyetini tenakuza düşürüyor. Ayrıca Abdullah bin Mesut’un Ebu Zer’in Rebeze çölüne sürgün edilmesine karşı çıkması ve kendi yazmış olduğu Kur’an nüshalarının Osman tarafından yakılmasına itiraz etmesi üzerine Kufe’den Medine’ye çağrılarak kaburga kemiklerinin kırılasıya kadar dövdürülme hadisesi var ki bunu ne ile izah edebiliriz?
Osman bin Affan’ın halifeliği döneminde Muaviye hariç bütün şehirlerdeki valileri azledip yerlerine akrabalarını yerleştirmesini de mülayimliğine bağlıyorlar. Muaviye’ye dokunmayışı yine akrabası olması hasebiyle idi. Osman’ın mülayim ve yumuşaklığını istismar eden bir başka akrabaları vardı ki bunlar baba - oğul Mervan ile Hakem idiler. Bu iki şahıs Medine’de bir takım fitnelere sebebiyet verdikleri ve onca ikaza rağmen uslanmadıkları için Allah Resulü tarafından sürgün edilmişlerdi.
Ayrıca Sevgili Peygamberimiz ashabını uyararak kendisinden sonra bunların asla Medine’ye sokulmamalarını emretmişti. Bu fitneci baba oğul (Mervan ve Hakem) birinci ve ikinci halife döneminde Medine’ye gelmek istemişler fakat teklifleri kabul görmemiş ve reddedilmişlerdi. Ancak Osman bin Affan halife olunca Medine kapıları bunlara açılmakla kalınmamış üstüne üstlük beytül malın anahtarları ve Fatıma validemizden müsadere veya daha açık bir ifadeyle gasp edilen Fedek arazisi bunlara peşkeş çekilmiş. Sonuç itibariyle Osman bin Affan’ın akraba kayırmacılığı onun sonunu da hazırlamış oldu.
Mısır halkı Osman’ın akrabası olan başlarındaki validen bizar olup şikayet için Medine’ye geldiklerinde günlerce süren müzakereler sonucu olumlu cevap aldıklarını sanarak Mısır’a doğru gerisin geri yola çıkıyorlar. Yolda uzaktan dörtnala geçmekte olan birinden şüphelenerek peşine düşüp yakalıyorlar. Yakalanan şahsın üzerinden çıkan mektubu okuduklarında haklarındaki infaz kararını görüp sarsılıyorlar ve hışımla-hiddetle Medine’ye geri dönüp bu mektubu halka okuyorlar ve akabinde kendilerine katılan yüzlerce kişi ile birlikte halifenin evini kuşatıp muhasara altına alıyorlar.
Birinci muhasarada İmâm Ali Mısırlı gençleri ikna için bir hayli çaba sarfediyor ve muvaffak oluyor. Ancak ikinci kuşatmaya Medine’den de çok kişi katılınca İmâm Ali’nin de işi zorlaşıyor. Buna rağmen yaşanan arbedelerle birlikte İmâm Ali çocukları Hasan ve Hüseyin ile Osman’ın evine su ve erzak gönderiyor. İmâm’ın her iki oğlu da yaşanan bu hengâmede darp görüp yaralanıyorlar. Bu ara Halife Osman Muaviye’ye ulak göndererek yardım istiyor. Fakat Muaviye oralı olmuyor. Uzun süren muhasara esnasında İmâm Ali ve oğullarının uğraş ve çabaları da sonuç vermiyor ve ne yazık ki Halife Osman isyancılar tarafından öldürülüyor. Günlerce cenazesi ortada kalıyor. Cennet’ül Baki mezarlığına bile defnedilmesine müsaade edilmiyor. Cennet’ül Baki kabristanının yakınında bulunan Yahudi mezarlığına defnediliyor.
Bu hengâmeden sonra halk İmâm Ali’nin kapısına gidip ona biat etmek istiyor. Halkın ısrarına rağmen İmâm onlara, “Siz benim adalet anlayışıma tahammül edemezsiniz, gidin kendinize başka birini halife seçin” diyerek talepleri reddediyor. Fakat halkın günlerce süren ısrarcı tavırlarından sonra İmâm Ali hilafet görevini üstlenmiş oluyor. İmâm Ali’nin en çok halife olmasında ısrarcı olanlardan Talha ve Zübeyir, İmâm’ın adalet anlayışına tahammül edemeyip beklentilerinin hilafına valilikleri kapamadan Cemel’i organize etmek için Mekke’ye doğru sıvışıyorlar. Bu nifak organizasyonuna Aişe validemizi de ortak edip Basra’ya doğru yola koyuluyorlar. Sonuç meşhur Cemel Vakası.. Neyse bu musibet kolay atlatılıyor fakat Kerbelâ’nın da temellerinin atılacağı Sıffin Savaşı kapıya dayanıyor...
İmâm Ali hilafet görevini fiilen üstlenince ilk yaptığı işlerden biri Muaviye’yi valilikten azletmek oluyor. Çünkü Muaviye “tuleka” olması hasebiyle valilik makamında bir gasıp olarak bulunuyordu. Ona o makam Allah Resulü’nün emri hilafına verilmişti. Muaviye azledilmesine tahammül etmeyerek Osman bin Affan’ın öldürülmesini bahane ederek (akraba olması hasebiyle) İmâm Ali’den katilleri istiyor. Osman b. Affan faili meçhule gittiği için İmâm Ali katilleri tespit edememişti. Ayrıca kendisinden önce bu iş olduğu için İmâm Ali mesul tutulamazdı. (Yükümlülük ayrı, mesûl tutmak ayrı.)
Elbette ki İmâm Ali katiller bulunup gerekli cezanın verilmesinden yana idi. Ama Muaviye’nin maksadı başkaydı. Özellikle Bedir Savaşı’nda Muaviye’nin en yakın akrabalarından birçok kişi İmâm Ali tarafından öldürülmüştü. Muaviye intikam hırsıyla İmâm Ali’ye karşı kin ve nefret doluydu. Osman’ın öldürülmesini bahane ederek İmâm Ali’ye karşı büyük bir savaşın ön hazırlığını yapmaktaydı. Maksadı ise hilafet makamını ele geçirmekti...
Sıffin Savaşı’ının baş mimarı Muaviye’nin durumunu tahlil ettiğimizde, bu şahıs on binlerce sahabinin katili olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki Ehl-i Sünnet dünyası Muaviye konusunda büyük bir tenakuz ve büyük bir açmazın içerisindedir. Hatta Ehl-i Sünnet dünyası kendi ellerindeki donelerle kendilerini Kur’an ile çelişkiye düşürmektedirler. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin çelişkisi ve ellerindeki hadis dedikleri done şu: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız sizi doğru yola götürürler.” Ne yazık ki uydurma olduğu ayan beyan olan bu hadisi referans alarak Muaviye’yi temize çıkarmaya çalışmaktadırlar. On binlerce sahabenin katili olarak karşımızda duran Muaviye’ye Kur’an zaviyesinden bir konum biçecek olursak şu iki ayeti referans alabiliriz: “Bir insanı taammüden öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” (Maide:32) “Taammüden bir insanı öldürenin yeri ebedi cehennemdir.” (Nisa:93) Bu ayetlerin muhkem gerçekliği karşısında on binlerce sahabenin katili olan Muaviye’nin durumunu varın siz düşünün? (Mer’i olan nass’da içtihada mesağ yoktur.)
Amr bin As’ın hileli taktikleriyle Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna takılması hadisesinden sonra insanlar Kur’an-ı Natık’ı (Konuşan Kur’an’ı) göremez olmuştu. Bu şeytanî taktikle Muaviye yenilmekten son anda kurtulmuştu. Üç buçuk ay süren savaşın akabinde taraflar kendi alanlarına çekilmişti. İmâm Ali, Muaviye’ye gereken cezayı vermek için ordusunu toparlayıp hazırlıklara başlamıştı. Bu ara Ramazan ayı gelmişti.
Ramazan ayının 18’inde İmâm Ali Harici fırkasından İbni Mülcem tarafından sabah namazı esnasında saldırıya uğrayıp yaralanmıştı ve üç gün sonra ise şehid olmuştu. İmâm Hasan velayet görevini yüklenir yüklenmez Sıffin Savaşı’nda bir hayli yıpranmış olan İslâm ordusunu Muaviye’nin muhtemel saldırısına karşı hazırlamaya başlamıştı. Fakat öte yandan Muaviye casusları vasıtasıyla İmâm Hasan’ın birçok komutanını ulûfelerle ve yüksek meblalarla satın almayı başarmıştı. Bu durum İslâm ordusunun psikolojisini sarsmaya yetmişti. İmâm Hasan askerlerini savaşa hazırlamanın derdindeyken onlar adeta Yahudilerin Musa aleyhisselama dediği gibi, “Sen git Rabbinle birlikte düşmanla savaş." (Maide:24) diyorlardı. Karşı cephede
Muaviye ise büyük bir ordu hazırlayıp Kufe’ye doğru yola çıkmıştı bile.. Muaviye’nin ordusu Kufe’ye yakın bir yerde savaş düzeni alıp İmâm Hasan'ı ve İslâm ordusunu beklemeye koyulmuştu. İmâm Hasan ise Musa aleyhisselamın naçarlığı örneğinde olduğu gibi adeta ordusuna söz geçiremez olmuştu. Bu durum karşısında İmâm Hasan için iki seçenekten başka bir yol kalmamıştı. Ya çok az sayıdaki askeri ile Muaviye’nin büyük bir yekün tutan tam donanımlı ordusuna karşı asimetrik bir şekilde ölümüne savaşa tutuşacak ve bütün askerleri şehid olacak; akabinde ise Muaviye’nin ordusu Kufe’ye yalın kılıç girip önlerine çıkan herkesi ve hasseten Ehl-i Beyt’in son ferdine kadar tüm Peygamber ailesini kılıçtan geçirecekler veya bütün bu toplu kıyıma engel olacak bir taktikle Muaviye ile sulh yapmayı tercih edecekti. İmâm Hasan büyük bir ferasetle ikinci seçeneği tercih etmişti. Bu seçeneğinden dolayı kendisini eleştiren dostlarına İmâm şu meşhur sözü söylemişti: “Siz nereden bileceksiniz benim nasıl bir katliama engel olduğumu.”
Sadede dönecek olursak, Muaviye İmâm Hasan ile yapmış olduğu sulh anlaşmasını çiğnemekle Kerbelâ katliamına giden süreci başlatmış oldu. Zira anlaşma metnindeki en önemli madde, “Muaviye kimseyi veliaht ilan etmeyecek ve kendisinden sonra yönetim İmâm Hasan’a bırakılacak, yok eğer İmâm Hasan’a bir şey olursa yönetim İmâm Hüseyin’e teslim edilecek.”
Fakat Muaviye bu anlaşmayı çiğneyerek suikastla İmâm Hasan’ı zehirletti. Ardından İmâm Hüseyin’e rağmen oğlu Yezid’i veliaht ilân etti. “O fâsıklar ki, Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.” (Bakara:27)
Ayrıca oğlu Yezid’e vasiyette bulunarak İmâm Hüseyin’den, Ömer’in oğlu Abdullah’tan ve Zübeyir’in oğlu Abdullah’tan biat almasını ve eğer biat etmezlerse onları öldürmesini emrediyor. Yezid babası ölünce ilk iş olarak Medine valisine elçi göndererek söz konusu üç kişiden biat almasını istiyor. Ömer’in oğlu Abdullah biat ediyor. Zübeyir’in oğlu Abdullah biat etmeyip Mekke’ye gidiyor ve orada etrafına adamlar toplayarak halifeliğini ilân ediyor. İmâm Hüseyin ise, “Ben Yezid gibi bir fasığa biat edersem İslâm’ın Fatiha’sını okumak gerekir” diyerek biat etmeyi reddediyor. Bu ara İmâm hac farizası için aile efradıyla birlikte Mekke’ye gidiyor. İmâm Mekke’de iken Kufe’den kendisine heybeler dolusu mektuplarla elçiler geliyor. Bu mektupların her biri şikayet içerikli olmakla birlikte İmâm’ı Kufe’ye davet mektuplarıydı. Kufe İmâm Ali zamanında hükümet merkezi olması hasebiyle halkın ekseriyeti Ehl-i Beyt taraftarıydı. Ve bu yüzden Ehl-i Beyt’ten medet umuyorlardı. İmâm Hüseyin’e mektuplar yazarak zalim Yezid hakkında şikayetlerde bulunuyorlar ve kendisini Kufe’ye davet edip başlarına geçmesini talep ediyorlardı. İmâm Hüseyin hac için Mekke’de bulunduğu esnada Yezid’in adamları tarafından kendisine suikast girişiminde bulunulmuştu. İmâm Kâbe’nin kudsiyetini göz önünde bulundurarak hac farizasını umre ile tamamlayıp aile efradı ve yarenleriyle birlikte Kufe’ye doğru yola çıkıyor. Bu yolculuk günlerce sürüyor. İmâm yolculuğa çıkmadan önce durum değerlendirmesi için amcasının oğlu Müslim bin Akil’i Kufe’ye gönderiyor. Müslim bin Akil’in İmâm’ın temsilcisi sıfatıyla Kufe’ye gittiğini öğrenen Yezid, İbni Ziyad’ı vali sıfatı ile Kufe’ye göndermeden önce “halkın sindirilmesi ve Müslim bin Akil’in yakalanıp infaz edilmesi” hususunda talimatlar veriyor. Zalim ve gaddar bir kişiliğe sahip olan İbni Ziyad Kufe’ye vardığında seferberlik ilân edip gençleri silah altına alıyor. Oğullarını askere göndermek istemeyen halka acımasızca baskılar yaparak birçok insanı öldürüyor.
Diğer taraftan Müslim bin Akil’e yönelik sürek avı başlatıyor. “Müslim bin Akil’e yardım ve yataklık yapanlar tespit edildiğinde idam edilecekler” diye şehrin her tarafında tellallar bağırttırıyor. Sonunda Müslim bin Akil’in kaldığı yer tespit edilip saldırıya geçiliyor. Müslim bin Akil teslim olmaya yanaşmıyor ve yiğitçe çarpışarak şehadet şerbetini içiyor. Sonuçta Kufe halkı İmâm Hüseyin’e destek olmaması için büyük baskılar maruz kalarak sindirilmiş oluyor.
Öte yandan İmâm Hüseyin ve yarenleri olup bitenlerden habersiz Kufe’ye doğru yola devam ediyor. Bir konaklama yerinde İmâm meşhur şair Ferazdak ile karşılaşıyor ve Kufe halkının durumunu ona soruyor. Ferezdak’ın cevabı şu oluyor: “Kufe halkının kalpleri seninle fakat kılıçları Yezid ile..”
imâm Hüseyin bu sözlere rağmen yola devam ediyor. Neyneva çölüne vardıklarında Yezid’in ordu komutanlarından Hür ve askerleri tarafından muhasara altına alınıyorlar. İmâm Hür’e karşı ne amaçla buralara geldiğini çok açık bir dil ile izah ediyor. Hür İmâm’ın konuşmasından etkilenmesine rağmen kuşatmayı kaldırmıyor. Bu ara ilginç olan İmâm Hüseyin’in imametinde topluca namaz kılıyorlar. Öte yandan Rey valiliği vaadi ile İmâm Hüseyin’e karşı savaşmak maksadıyla yola çıkan Ömer bin Saad ordusuyla birlikte gelip kuşatmaya katılıyor. İmâm Hüseyin Ömer bin Saad’a karşı etkili bir konuşma yapıyor. Fakat taş kalpli zalimlere karşı bu konuşma da tesir etmiyor. Muhasara esnasından Ehl-i Beyt ve yarenlerine Fırat’ın suyu bile çok görülüyor. İmâm aile halkı ve yarenleriyle birlikte geri dönmek istiyor. Buna da müsaade etmiyorlar. Kendisine, “Ya biat ya da ölüm” diyorlar. İmâm bu teklif karşısında şu meşhur sözleri dile getiriyor: “Heyhat minezzilleh” (Zillet bizden uzaktır, zillete boyun eğenlere yazıklar olsun). “Eğer ben Yezid gibi bir zalime biat edecek olursam İslâm’ın ruhuna Fatiha okumak gerekir.”
Bu cevap karşısında Yezid’in ordu komutanları askerlerine saldırı düzeni almalarını emrediyor. Rivayetlere göre toplam olarak Yezid’in ordusu 30 bin dolayındaydı. İmâm, Yezid’in baş komutanı Ömer bin Saad’a seslenerek savaşı yarına ertelemesini söylüyor. Aralarında istişare ettikten sonra kabul ediyorlar. İmâm o gece yarenlerini toplayıp daha önce yol boyunca birkaç kez yaptığı gibi, “Onların işi benimle, üzerinizdekin biatımı kaldırıyorum, gecenin karanlığından faydalanarak gidin, canınızı kurtarıp uzaklaşın buradan.” diyor. İmâm’ın yarenleri ise büyük bir kararlılıkla asla kendisini terk etmeyeceklerini söylüyorlar. Tasua denilen o gece İmâm ve yarenleri sabaha kadar ibadetle, niyaz ve zikirle meşgul oluyorlar.
Ve nihayet sabah olduğunda Yezid’in 30 bin kişilik ordusu sabırsızlık ve büyük bir iştiyakla savaş düzeni alıyorlar.
İmâm Hüseyin Yezid’in ordusuna son kez nasihatte bulunuyor. Yezid’in ordu komutanlarından Hür İmâm’ın ilk konuşmasından beri ruhunda git geller yaşamaya başlamıştı. Nitekim ani bir kararla atını mahmuzlayıp İmâm’ın safına katılıyor. Üstelik lime lime doğranacağını, hunharca katledileceğini bilerek safını değiştiriyor. Hak cephesinde olmak sevdasıyla bile bile ölüme koşmak, bile bile şehadete koşmak böyle bir şey.. İmâm Hüseyin batıl cephesindeki zalimler güruhuna karşı yarenlerini toparlayıp savaş düzeni alıyor. Yarenlerine tembihte bulunarak, “Sakın ola savaşı başlatan taraf biz olmayalım” diyerek son ana kadar konuşmalarıyla düşmanı ikna etmeye çalışıyor. Fakat düşman ordusu saldırmayı tercih ediyor ve savaş başlıyor. Dünyanın belki de gelmiş geçmiş en orantısız, en asimetrik savaşıydı bu. Bir tarafta 30 bin kişilik tam donanımlı bir ordu, diğer tarafta İmâm Hüseyin ve 72 yaranı..
Bu yiğit insanlar zillete boyun eğerek biatı değil, kahramanca savaşıp şehadeti tercih ettiler. O dönemin geleneklerine göre savaş teke tek çarpışmalarla başlatılırdı. Nitekim savaş bu yöntemle başlamıştı. Fakat bu taktikle başlatılan savaşta zaiyat veren Yezid’in ordusu oluyordu. Üst üste kayıp vermelerinden sonra uzaktan topluca ok atmayı deniyorlar. Sonra gruplar hâlinde saldırıya geçiyorlar. İmâm Hüseyin ve yarenlerinin kahramanca direnmesi ve toplu saldırılar karşısında amansız bir karşılık vermeleri Yezid’in askerlerini geri püskürtüyordu. Fakat bu sefer tekrar İmâm Hüseyin ve yarenlerini ok yağmuruna tutmaya başlıyorlar. Olmadı gruplar hâlinde tekrar saldırıya geçiyorlar.
Bu saldırılarda Yezid’in askerleri oldukça fire vermekle birlikte İmâm Hüseyin’in yarenlerinden de şehadet şerbetini içenler oluyordu. İmâm Hüseyin’in gencecik oğlu Ali Ekber yiğitçe çarpışa çarpışa aldığı darbelerle bidab düşerek şehid oluyor. Diğer taraftan İmâm’ın yeğenleri, İmâm Hasan’ın oğulları yiğitçe çarpıştıktan sonra tek tek şehid düşüyorlar. Çadırlarda susuzluktan kavrulan çocuklar vardı. Her biri perişandı. Bu ara İmâm çadırların yanına geldiğinde çocukların, bebeklerin ağlamalarına şahid oluyor ve altı aylık oğlu Ali Asgar’ı kucağına alıp çadırdan çıkıyor ve kundaktaki bebeğini havaya kaldırarak düşman tarafına sesleniyor: “Bize acımıyorsanız bari şu sabilere acıyın, bize bir yudum su gönderin.” İmâm daha sözünü tamamlamadan düşman tarafından atılan ok bu yavrucağın boğazına saplanıyor. İmâm acılara gark olurken kanla dolan avucunu gökyüzüne savurup, “Ya Rab bu kurbanımızı bizden kabul et” diyor. Çadırlardaki kadın ve çocukların ağlaşması ve feryadları gökyüzüne yükseliyor. İmâm kardeşi Ebulfazl Abbas’ı Fırat nehrine su almaya gönderiyor. Abbas zor bela Fırat’a varıyor. Tulumunu dolduruyor ve su içmeden oradan ayrılıyor. Düşman askerleri önünü kesip hamle yapıyor. Tulumu tutan elleri kesiliyor. Tulum oklanıyor ve su yere dökülüyor. Abbas da oracıkta ruhunu Rabbine teslim ediyor. İmâm bu manzarayı görünce, “Şimdi belim kırıldı” diyor. Tek tek en yakınları da şehadet şerbetini içince İmâm yalnız başına savaşmaya devam ediyor...