Amerika Birleşik Devletleri'nin ister ilk kurulma yıllarına bakın, ister bütün tarihini boydan boya inceleyin, ister şimdiki durumuna bakın, ABD'nin tarihi soykırımlarla doludur. Sadece Kızılderililere uyguladığı soykırım onun ne kadar şedid ve kara bir sicile sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
ABD kendi bulunduğu toprakları işgal ve soykırımla ele geçirdi. Amerika'nın asıl sahibi Kızılderililerdir. Eşkiya ve çapulculardan müteşekkil bu nesebi gayr-i sahih halk güçlendikçe, palazlandıkça İngiltere'nin bu topraklardaki inisiyatifine son verip, birkaç eyaletin birleşmesiyle 1776 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ni kurdular. Kurdular ama rahat durmadılar. Egemenlik alanlarını genişletmek için komşu beldelere saldırarak ele geçirdikleri yerlere eyalet statüsü vererek topraklarını genişletmiş oldular. Bu ara uzun süren iç savaşlar da yaşamışlardı. Nihayet iç bütünlüğü sağlayıp kendilerini güçlü hissettiklerinde kıta dışına saldırmaya başladılar.
ABD kuruluşundan 19 yıl sonra okyanus ötesinden gelip Osmanlı'nın hakimiyeti altındaki Afrika'nın Mağrib bölgesine saldırıya geçti. Kısacası 1795 yılında Kuzeybatı Afrika topraklarına saldırdılar. (Mağrib ülkeleri olarak bilinen Fas, Cezayir, Tunus ve Trablusgarp bölgesi Osmalı İmparatorluğu'na bağlı beyliklerdi.) Osmanlı donanmasından ilk darbeyi burada yediler ve bu kuyruk acısını hiçbir zaman unutmadılar. ABD donanması Osmanlı'dan yediği şamar ile Cebel-i Tarık boğazından kaçmaya yetiştiremedi.
Yedikleri o tokattan 35 yıl sonra (1830) Osmanlı ile ticarî ilişkiler geliştirmeye koyuldular. Kaba kuvvetle başaramadıklarını barışçıl yöntemlerle hâlletmeye giriştiler. Ancak Osmanlı ABD'nin entrikalarına karşı sürekli teyakkuz hâlinde olduğu için ikili ilişkiler yüz yıla yakın hep sınırlı yürüdü...
Cumhuriyet yeni kurulduğunda ülkemize yatırım yapması için ABD'ye tekliflerde bulunuldu. ABD o yıllarda bir takım iç sorunlar yaşadığı için Türkiye'nin teklifine yanaşmadı. Ama 1945'lere gelindiğinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başkan Şükrü Saracoğlu ile masaya oturdular. Mütekabiliyet esasına dayalı olmayan ikili ilşkilerimiz böylece başlamış oldu. Sinsi işgalin ilk adımıydı bu..
ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, 23 Şubat 1945 tarihinde imzalandı. Borç alma ve bu topraklarda alan açma ile ilgili olan bu anlaşma TBMM'de 4780 sayıyla yasalaştı. Anlaşmanın temel niteliği "Karşılıklı Yardım Anlaşması" olmasına rağmen, ABD'nin "ben sana borç vereceğim ancak bana evini ve mahremiyetini açacaksın" tarzında bir yaklaşımdı bu. Böylesi hegemonik yaklaşım dönemin hükümeti tarafından teslimiyetçi bir memnuniyetle kabul edilmesinden dolayı Türkiye ağır yükümlülükler altına girmiş oldu.
Öyle ki, anlaşmada aleni bir şekilde "Koruyucu Hükümler" olarak yer alan maddelerle, Türkiye'nin değil ABD'nin çıkarları güvence altına alınmıştı. Anlaşmanın II. maddesi şöyleydi: "TC hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD'ye teslim edecektir." Bu madde ile egemenlik hakkı ve mütekabiliyet ilkesi açık bir şekilde ihlâl edilmektedir. Anlaşılan TC hükümeti, ABD'nin buyruklarına uygun hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacak. Bütün bunlar işgal edilmiş bir ülkeye dayatılan kapitülasyon içerikli tahakküm manifestosundan başka bir şey değildi. Elbette iş bu zillet anlaşamalarıyla bitmiyordu, zira işgal ve işgalcilerin talepleri yeni başlıyordu..
ABD ile yapılan ikinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarihli ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın esası dünyanın değişik yerlerinde ABD'nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesi külfetli olan eskimiş savaş artığı malzemeleri satın alması koşuluyla Türkiye'ye borç verilmesiydi. ABD'nin şu şeytanî taktiğine ve bizimkilerin de bu aymazlığına, bu zilletine bakar mısınız? Nitekim bu anlaşmalar hep tahakkuk etti ve biz ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan artakalan demode silah, mühimmat ve cemselerini satın aldık. Üstelik çok yüksek faizler ödeyerek borç iadesi yaptık.
Ayrıca meşhur "Marshall Yardımı Plânı" 1947 yılında önerilmiş ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş olan bir başka zillet anlaşmasıdır. Süt tozu işin kamuflaj yönüydü. O da atom reaktörlerinin bulunduğu ve radyoaktif sıkıntısına maruz kaldığı iddia edilen Utah eyaletinde üretilmiş (iç pazarda tüketimi yasaklanmış) süt tozuydu.
Yine bu dönemde Amerikan Robert Koleji ve misyonerlik okulları haricinde bizim eğitim sistemimiz ve ders müfredatımız ABD'ye teslim edildi. Öyle ki, "Fulbright Sözleşmesi" adı altında millî eğitim programına da müdahale edilmiş oldu. 27 aralık 1949 tarihinde imzalanan, Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkında anlaşmanın meşhur 5. maddesi şöyle: "Komisyon dördü TC ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden müteşekkil olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye'deki ABD diplomatik heyetinin başı komisyonun fahri başkanı sayılacak. Komisyonda oyların eşit olması durumunda kesin oyu misyon şefi verecektir." Teslimiyetçi rezaleti görüyor musunuz? Çağdaşlaşma adına yok eğitim müfredatıdır, yok kültürel entegrasyondur, yok Batı müziğidir, (biliyorsunuz o dönemde halk müziği radyolarda yasaklanmıştı) aslında ABD'nin kültür ihracıyla yapmayı amaçladığı Müslüman halkımıza yönelik soysuzlaştırma politikalarıydı. Özellikle bu yüzden Amerikan kaynaklı 'kültür' ürünleri bilinçli programlarla yaygınlaştırıldı.
Böylesi aleni taarruzlara istinadendir ki bu süreçte, ülkemizde yaygın ve etkili bir kültürel yozlaşma yaşandı. Dine dayalı toplumsal değerlerimiz ve aidiyet kimliğimiz kalıcı bozulmalara uğradı...
Ticaretten sanayiye, ekonomiden tarıma, askerî yapılanmadan kültür ve eğitime kadar her alanda bir takım anlaşmalarla ülke idaresi ABD'ye teslim edilmişti. Ayrıca yine bu süreçte dinî azınlıklara yönelik kapitülasyon içerikli imtiyazlar sağlandı. Osmanlı döneminde kontrol ve denetim altında tutulan Fener Rum Patrikhanesi'ne ABD'nin dayatmalarıyla ayrıcalıklı imtiyazlar sunuldu. CIA görevlisi Athenagoros Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına geçirilerek patrik yapıldı; Milli Eğitim Bakanlığı, Heybeliada Ruhban Okulu'nun Teoloji Yüksek Okulu adıyla, İlahiyat Fakültesi haline getirilmesine izin verildi. Ülkemizde misyonerlik faaliyetleri hummalı bir şekilde bugün de devam etmektedir. (En son Rahip Bronson'un entrikaları sadece aysbergin görülen yönüydü.)
ABD ile belirli aralıklarla mütemadiyen yeni anlaşmalar yapıldı. Her anlaşma tahakküm düğümlerinin bir yenisiydi. Çünkü her anlaşma bir önceki anlaşmanın yeniden dizayn edilmesine ve yapılandırılmasına ilişkindi. Bunlardan bir tanesi de 7 Mayıs 1946 tarihinde yapılan anlaşmanın devamı niteliğinde olan 6 Aralık 1946 tarihli Kahire anlaşmasına ilişkin "Ek Anlaşma" idi. Yine bir başka tahakküm örneği olarak 12 Temmuz 1947 tarihli Askerî Yardım Anlaşması ve akabinde 27 Aralık 1949 tarihli bir başka Askeri Yardım Anlaşması imzalanmış oldu. Anlayacağınız düğüm üzerine düğüm olan bu anlaşmalar işgalin perçinlenmesiydi..
Demokrat Parti dönemine bakıyoruz, 1954 yılında uluslararası petrol şirketlerinin adamı Max Bell'in hazırladığı petroldeki devlet tekelini kaldıran "Petrol Yasası" çıkarıldı. Bu yasanın 136. maddesi şöyleydi: "Bu yasa sözleşmeli yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez." Tahakküme bakar mısınız?
Öte yandan, 23 Haziran 1954 tarihinde Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında "Vergi Muafiyetleri Anlaşması" imzalandı. Asıl olan ABD'nin vergi muafiyeti idi. Zira yalnızca Amerikan şirketlerinin yararlandığı bu anlaşma, Türkiye'deki ABD'nin tahakkümcü varlığını adeta "devlet içinde devlet" hâline getiriyor ve ABD şirketlerine vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak, yasa üstü bir statü tanınmış oluyordu...
Yine diğer bir garabet örneği ise 1959 yılında millileştirme işlemlerinde muhatabın ABD hükümeti olmasını kabul eden, "İstimlâk ve Müsadere Garantisi Anlaşması" yasalaştırılıyor ve bu yasaya Erzurum Milletvekili Sabri Dilek, "Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça tahakküm imtiyazı verilmektedir" diye tepki göstermiş ve itirazda bulunmuştu. Ama nafile..
Katmerli anlaşmalar peşpeşe devam ederken bu sefer ABD tarıma da el atmaktan geri durmuyor. Böylece ABD ile Türkiye arasında 12 Kasım 1956 tarihinde "Tarım Ürünleri Anlaşması" imzalanmış oldu. Artık büyük şeytan ABD, topraklarımızda istediği ürünü ektirip istediğine kota koyacaktı. (Bu yasadan dolayıdır ki ilerleyen yıllarda afyon ekimine engel olmaya çalıştılar.)
24 Eylül 1963 gün ve 11513 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, ABD Türkiye'ye 46,3 milyon dolarlık (o zaman 1 dolar 10 liraydı) buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve, sığır eti, don yağı ve soya yağı satacaktı. Bu ürünler azgelişmiş bir tarım ülkesi olan Türkiye'nin temel ürünleriydi ve bunlar ABD gibi bir ülkenin eşit olmayan rekabetine terk ediliyordu. Ama daha vahim olanı anlaşmanın 2. ve 3. maddeleriydi. 2. madde şöyleydi: "Türkiye'nin yetiştirdiği ve bu anlaşmada adı geçen ya da benzer ürünlerin Türkiye'den yapılacak ihracatı Birleşik Devletler tarafından denetlenecektir." 3. maddeninB bendi ise, "Türk ve Amerikan hükümetleri Türkiye'de Amerikan mallarına karşı talebi artırmak için birlikte hareket edeceklerdir" diyordu. Yani ABD Türkiye'den bu konuda patron-ırgat ilişkisi gibi özverili bir sorumluluk almasını bekliyor.
Her köklü anlaşmanın akabinde borca ilişkin yeni anlaşmalar devreye sokuluyor ki, "Borç veren, buyruk verir" darb-ı meseli tahakkuk etsin.
Buyrun bir borç furyası daha..
31 Mayıs 1968 tarihinde yapılan ve 12978 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan, Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Kredi Anlaşması.. Bu anlaşma Türkiye'yi ekonomik, mali ve siyasi bağımlılığa sürükleyen koşullu kredi anlaşmalarına çarpıcı bir örnektir. Anlaşma 30,5 milyon dolarlık bir anlaşmaydı ve Türkiye'nin bu borcu bir takım şartlara bağlanmıştı. Etibank'ın Ergani hariç tüm bakır işletmelerini ABD'nin denetimi altındaki Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş.'ye devretmesini şarta bağlayan anlaşmanın 3. maddesi şöyleydi: "Şirketin kuruluş sözleşmesi, tescil belgesi, organizasyon şeması, Türk hükümetinin krediyi şirkete borç vereceğine ilişkin hükümetle şirket arasında yapılmış olan sözleşmenin tasdikli bir örneği, yönetim kurulu üyelerinin isimleri Türkiye'deki Amerikan Yardım Teşkilatına (AID) bildirilecektir. ABD'in bütün bunları uygun görmesi halinde kredi ödemesi yapılacaktır." Anlaşıldığı üzere, "borç vereceğim ama onu nerelerde kullanacağının talimatını da yine ben vereceğim" diyor.
Sömürgeci ABD'nin ahtapot kolları olan kurum ve yapılarla adım adım işgale uğruyorduk. Truman Doktrini, Marshall Planı, IMF, Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü politikalarıyla ABD sömürgeciliği muhafazakâr kesim de dahil olmak üzere büyük halk kitleleri tarafından kanıksandı ve içsel bir olgu haline getirildi. Türkiye'nin geleceğine/bekâsına bu kurumlar karar verir hale geldi. Bağımsız dış politikadan adım adım uzaklaşıp ABD politikalarının dümen suyuna girildi. Türk Silahlı Kuvvetleri ABD ve NATO'nun emrine verildi. Subaylarımız ABD'de eğitim görmeye başladı. ABD'nin talebi üzerine Kore'ye asker gönderildi. Ardından başta İncirlik olmak üzere Türkiye'nin muhtelif şehirlerine ABD üsleri kuruldu.
Türkiye, ABD ile imzaladığı çok sayıda sözde ikili anlaşmayla askerî irade ve yönetim inisiyatiflerini önemli oranda yitirdi ve egemenlik haklarını ABD'ye teslim eder duruma geldi, tam bağımsızlık işleyişinden vazgeçildi ve "Tanzimat Batıcılığı" yeniden yerleşik devlet politikası haline getirildi.
Yerli sanayi yatırımları durduruldu, ABD'nin direktif ve yönlendirmelerİne bağlı olarak ve borca dayanılarak tüketime yönelik montaj yatırımlarına yönelindi. Dışardan alınan borçlar, teşvik kredisi adıyla, yerli ortak bularak yatırım yapan uluslararası şirketlere devredildi ve geleceğini ABD ve Batı'ya bağlamış olan yeni bir işbirlikçi zümre meydana getirildi.
Yabancılara hemen her alanda imtiyazlı haklar tanındı. Petrol başta olmak üzere tüm stratejik madenler yabancı sermaye yatırımına açıldı. Yatırımcı kuruluşların yönetimlerine, dışarıda eğitim gören ve ABD ve Batı değerlerini temsil eden kadrolar getirildi. Vatanperver kadrolar devlet yönetiminden uzaklaştırıldı.
ABD'nin ekonomimize müdahil olması sonucunda dış ticaret ve bütçe dengelerimiz bozuldu. İhracatın ithalatı karşılaması oranı sürekli küçüldü ve bütçe açıkları hızla arttı. Bu olumsuz gelişmenin doğal sonucu olarak ve giderek artan bir yoğunlukta verilen bütçe açıklarından dolayı ABD'ye olan borçlarımız artarak devam etti. Yerli kambiyo işleyişi zedelendi, Türk parası sürekli değer kaybetti.
ABD ile yapılan sözde ikili anlaşmalar burada konu edilenlerden çok daha fazladır ve bu anlaşmaların bir kısmı büyük bir gizlilik içerisinde sürdürülmüştür. O dönemde eğitim ve maaşları bile CIA tarfından verilen MİT Müsteşarlığı bizzat ABD tarafından kurulmuştu. Açık bir şekilde ifade edecek olursak, ilgili ve sorumlu Türk makamları, geçmişte Amerikalılarla yapılan anlaşmaların anlam ve kapsamının ne olduğunu, ne zaman imzalandığını, hangi koşulları taşıdıklarını ve bize dayatılanların neler olduğunu bilmiyorlardır. Olayın böyle de bir garabet yönü var. Bu bilgi eksikliğinde Amerikalılar geniş ölçüde yararlanarak Türkiye'de diledikleri gibi hareket etmişler ve anlaşması olmayan konularda bile anlaşma varmış gibi açıklardan yararlanarak uygulama yapmışlardı. Yani anlaşma dışı konularda bile durumdan vazife çıkararak tahakküm alanlarını tüm vatan sathına yaygınlaştırıyorlardı. Orgeneral Refik Tulga bu konuda (1969 yılında) şu açıklamayı yapmıştı; "Genelkurmay, bir anlaşmaya dayanmadan kullanılan Sinop ve Karamürsel havaalanları için, Amerikalılara "buradan çıkın" diyordu. Amerikalıların yanıtı "bize müsaadeyi hükümet verdi" oluyordu. Kendilerine "Anlaşmayı gösterin" dendiğinde Amerikalılar küstahça bir tavır içerisinde "anlaşma yok" diyebiliyordu.
ABD'nin buna ilişkin tek maksadı Türkiye'nin tarım ve sanayi alanında gelişmesine engel olmak ve Anadolu halkını kendine bağımlı kılmak..
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ABD yardımlarının hangi alanlarda kullanılması gerektiğine ilişkin yön vermek amacıyla Amerikalı ekonomist Thornburg Türk ekonomisini inceliyor ve Türkiye'nin “Bugünkü Ekonomik Durumunun Eleştirisi” adlı bir rapor hazırlıyor. Bu raporda Türkiye'nin ağır sanayii kurma girişimlerine karşı çıkılıyor ve Karabük demir-çelik tesislerinin tasfiyesi isteniyor. Ayrıca 125 lokomotif imal edecek kapasitede bir fabrika kurma projesine engel olunuyor.
Thornburg, Türkiye’nin lokomotif fabrikası kurmak için istediği krediyi kastederek, "Türkler böyle düşündükleri sürece dolarlarımızın ABD'de kalması daha iyi olacaktır" diyor.
Öte yanda Thornburg, Türkiye'nin makine, uçak ve dizel motoru yapımı projelerine kesin bir biçimde karşı çıkarak, Türkiye'yi bu tür düşüncelerden vazgeçmesi yönünde adeta tehdit ediyordu: "Amerikalılar böyle düşünenleri iyi çalışma arkadaşı saymazlar." Thornburg Raporu, bugün Türkiye'ye kurtarıcı gibi getirilen Kemal Derviş'in, Dünya Bankası yetkilisi olarak 1978 yılında Türkiye için hazırladığı raporun hemen hemen aynısıydı. Buyrun buradan yakalım!
Kendi çıkar ve menfaatlerine uygun, Türkiye halkı aleyhine ne varsa uygulamaya koydular.
Thornburg Raporu'yla aynı anlayışa sahip olan içimizdeki piyonlar sayesinde Dorr Raporu yeniden gündeme getirildi ve uygulandı. 1945'ten sonra yeniden Türkiye'ye gelen Dorr'a olağanüstü ilgi gösterildi ve kimi hükümet üyeleri Dorr'a, Raporun kendileri için "kutsal kitap" olduğunu söylediler.
Ne yazık ki, 1945'ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarıldı. Merhum Erbakan'ın bu bağlamdaki girişimleri de sürekli akamete uğratılmaya çalışıldı.
Öte yandan Türkiye, yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı; gübre ve tarım ürünleri dahil ithalata yönelindi; yoğun olarak dış borç alındı; "Petrol Kanunu" çıkarılarak petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarıldı; KİT'lerin satılacağı açıklandı. Yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler türedi, arazi spekülatörleri ve büyük toprak sahipleri, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini ortak iş tutmaya başladılar. Daha doğrusu kendilerini taşeron olarak kullandırma ya başladılar. CHP, 1947 yılında programını değiştirdi ve Demir-Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası, Elektrolitik Bakır Kombinası gibi ağır sanayi projelerinden vazgeçildiğini açıkladı. MKE'nin (Makine Kimya Endüstrisi) gerçekleştirdiği ve Danimarka dahil birçok ülkeye ihraç edilen 8 kişilik yolcu uçağı üretimine son verildi. Ne kadar acı bir durum değil mi? Büyük şeytan ABD kendisiyle ikili ilişkilere girdiğimiz süreçten bu yana nelerimize, ne yatırım projelerimize engel oldu.
Türkiye hem jeostratejik açıdan, hem yeraltı-yerüstü kaynaklarının zenginliği ile bölgede çok güçlü bir ülke olması gerekirken ABD'nin tahakkümü altına girip bağımsızlığından ödün vermesi ve kendi güç ve potansiyelini bir tarafa bırakıp ABD'nin dümen suyunda hareket etmesi, kısacası emperyalist ABD'ye ülke topraklarını peşkeş çekmesinden dolayı ne kadar büyük kayıplara sebebiyet verildi.
Oysa elimizdeki bunca zenginlik ve potansiyelle hiçbir ülkenin yardım ve desteğine ihtiyaç duymadan, borçsuz, bağlantısız, kendi ayakları üzerinde duran, iç ve dış siyasette özgürce karar üretenilen, kendi öz kaynakları/ kendi dinamizmi ile tarımını, sanayisini geliştiren, bütçe açığı vermeden ekonomik sorunların üstesinden gelebilen güçlü bir ülke olabilirdik. Ve böyle bir ülke ile Müslüman kardeş ülkelerle mütekabiliyet esasına dayalı federatif bir yapıya gidip imâna taallûk eden İslâm Birliği projemizi hayata geçirebilirdik. Böyle bir güçbirliği ile küresel emperyalizmin dünya sömürüsüne de son vermiş olurduk. Çünkü İslâm Birliği bünyesinde tesis edeceğimiz barış gücümüz dünya genelinde emperyal saldırılara ket vuracak güce sahip olacaktı. Elimizdeki bu caydırım gücü ile dünya halklarının güven ve huzuru da teminat altına alınmış olacaktı.
Oysa bugün karşımızda ABD ve Avrupa Birliği ile göbek bağı oluşturmuş, onların emir ve buyrukları doğrultusunda zillete boyun eğmiş bir Türkiye var. Sormak durumundayız, hâlâ ABD'nin ülkemizdeki tahakküm politikalarını sorgulama zamanı gelmedi mi?
1945'lerde ülkeyi yönetenler Batıya bağlanmaktan başka bir yolun olmadığını söylediler ve bu söylemleri yönünde uygulamalar yaptılar. Üstelik bu uygulamaları vatanseverlik ve muasır medeniyetler (çağdaş uygarlıklar) seviyesine ulaşmak adına yaptıklarını ileri sürdüler.
ABD ile ilişkilerimizde gördük ki, olan bize olmuş, olan halkımıza olmuş. Şu hâlde bütün kamuoyumuzla başımızdaki yöneticilerimize karşı sivil baskı grupları oluşturup ABD hegemonyasından kurtulmanın yollarını aramalıyız.