Son birkaç yıldan beri İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadının durumu, kadının aile ve sosyal hayat içerisindeki konumu ve kadının maruz kaldığı şiddet vakaları ile bir hayli gündemimiz meşgul olmaktadır. Kadına şiddetin önlenmesi amacıyla yasal prosedür olarak hazırlandığı söylenen "İstanbul Sözleşmesi" ne yazık ki uygulandığı dönem içerisinde kadına şiddetin arttığı gözlenmiştir. Yani bu sözleşme "sadra şifa" olmamıştır. Sonuç olarak aklı selim insanlarımız ve başımızdaki siyasilerimiz de dahil olmak üzere, "Bu işte bir terslik var!" demek zorunda kaldık.
Öte yandan, femenistler başta olmak üzere bir kesim marjinal görüşlü insanlar sözleşmenin iptal edilmemesini isterken, azımsanmayacak bir kesim ise ısrarla iptal edilmesini istiyordu. Nihayet feshedilmesi uygun görüldü ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın almış olduğu kararla 20 Mart 1921 tarihinde söz konusu sözleşmeden ayrılmış olduk.
Diğer ve asıl ismi "Avrupa Konseyi Sözleşmesi" olan bu garabet sözleşmeden ayrıldık ayrılmasına fakat tartışmalar hararetli bir şekilde/kesintisiz olarak devam ediyor. Femenistler ekstrem tepkilerde bulunarak kazan kaldırıyor. Hatta yaptıkları nümayiş ve gösterilerde sadece müstehcen içerikli pankartlar açmakla ve belden aşağı sloganlar atmakla yetinmeyip (Avrupa'da yapılan nümayişlerde gördüklerinin aynısını yapıp) göğüslerini açarak akılları sıra yaptıkları bu pespaye hareketle ahlâkî değerlerimizi tezyif ve tahkir ediyorlar. Oysa kendilerini ve onlara destek olanları aşağılayıp rezil ediyorlar...
Öte yandan sözleşmenin iptal edilmesine memnun olan cenah ise, İstanbul Sözleşmesi referans alınarak hazırlanmış 6284 sayılı kanuna dikkat çekerek bu kanun metninin de feshedilmesini istiyorlar.
Şu gerçeği ifade etmiş olalım ki, bu sözleşmeden önce de, bu sözleşme yürürlükteyken de kadına şiddet uygulandığı gibi bundan sonra da maatteessüf devam edecektir. Çünkü sosyolojik yapımızdaki arıza büyük. "Bir toplum kendi özlerinde bulunan güzel ahlâk ve huyu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." (Rad:11) Mesele bu kadar basit ve anlaşılır.
Bizim toplumumuzun büyük çoğunluğu demeyelim ama azımsanmayacak bir kesim yüce erdemlerimizden olan mihribanlık duygusunu yitirmiş vaziyette. Mihriban ne demek? Farsça kökenli olan bu kelime bir bayan ismi olmakla birlikte terimsel olarak, "Şefkatli, güler yüzlü, yumuşak huylu, yufka yürekli, sevecen, muhabbetli dost" anlamlarına gelmektedir. Bu sıfatlar sadece kadında değil, erkekte de olmalı değil mi? Ama olur mu? Erkek dediğin nobran olmalı, maço olmalı, öyle değil mi?!
Biz toplum olarak nezaket kurallarından ve mihribanlık duygularından uzaklaştıkça şiddete teşne bir toplum hâline gelmişiz. Hem sosyal münasebetlerimizdeki ihtilaflarımızda, hem aile içi anlaşmazlıklarımızda sorunun hâlli için kaba kuvveti tercih eder olmuşuz. Biz hangi ara bu hâle geldik? Hayır efendim bu yeni bir vaka değil! Bunun tarihî derinlikleri var!
Şu hâlde biz kadim tarihten yola çıkarak cahiliye dönemine kısa bir göz atıp kadının toplum ve aile içerisindeki konum ve durumuna bakalım ve Asr-ı Saadet'te kadının ontolojik misyonuna uygun saygın bir mevkiye nasıl geldiğine ve kadın haysiyeti ile ailenin insicama ve mutlulukla dolu sıcak bir yuvaya nasıl dönüştüğüne bakalım!
Bildiğiniz üzere, cahiliye döneminde kadına değer verilmez, kadın hor ve hakir görülürdü. Hatta kadınlar bir emtia, bir mal gibi alınıp satılırdı. Kadın henüz bir kız çocuğu olarak dünyaya geldiğinde istenmeyen bir varlık olarak görülür ve hatta diri diri toprağa gömülürdü.
İslâm'ın gelip o topluma rengini vermesiyle kadının aile ve toplum içerisindeki konumu ve mevkiî insan onuruna yakışır şekilde yerini bulmuştu. Zira ontolojik olarak Allah Teâlâ nezdinde kadın ve erkek "insan" sıfatıyla muhatap kılınmıştı. Kadın ve erkek fizyolojik yapılarıyla ilintili olarak görev ve sorumlulukları farklı olsa da insan olmaları hasebiyle Allah Teâlâ nezdinde eşit birer mükerrem varlıktırlar. Allah Teâlâ hiçbir ayırım ve tasnifte bulunmadan, "Biz insanı kerem sahibi bir varlık olarak yarattık" (İsrâ:70) diyor. Ailenin insicamı ve (sosyal mükellefiyet bağlamında) dünyanın yaşanır kılınması için iyi ve pozitif işler yapmak ve olumsuzlukları bertaraf etmek hususunda kadın-erkek dayanışmasını Rabbimiz şöyle tasvir ediyor: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. Ma'rufu buyurur, münkerden sakındırırlar. Namazı ikame ederler, zekatı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara, Allah rahmet edecektir." (Tevbe:71)
Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle bir tanımlama söz konusu: "İzzet ve şeref Allah'ın, Resulü'nün ve mü'minlerindir."
(Münafikun:8) Allah Teâlâ'nın Mü'minlere lütfettiği izzet ve şerefin elbette ön şartı var. O da takva boyutlu olmak üzere mükellefiyetlerin ifası..
Ayetlerle vermiş olduğumuz örnekler kadın ve erkeğin Allah nezdinde eşit kul olduklarını çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Üstünlüğün ise sadece takvada olduğu bildirilmekte..
"Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır." (Hucurat:13)
Allah Teâlâ nezdinde değerli ve üstün olmanın tek kriteri takva olgusudur.
Şu hâlde femenizm düşüncesine sahip olan bayanlar neden değerlerimize dil uzatmakta ve erkek düşmanlığı yapmaktalar? Bunun mantıksal izahı var mıdır? Adeta erkeklere savaş açmışlar ve mütemadiyen saldırıyorlar.
Şunu bilsinler ki, geçmişte bir takım mağduriyetler yaşamış olmaları onların bugün ifrat hâlindeki saldırgan ve nobran tutumlarını haklı çıkarmaz. Kûr'ân ayetlerinden ve hadis-i şeriflerden yola çıkacak olursak kadının konumu gayet açık ve net bir şekilde erkekten asla aşağı olmayan saygınlığa sahip olduğu görülecektir. Bizler için "usvetun hasene" (güzel örnek) olan Sevgili Peygamberimiz eşlerine ve kızı Fatıma'ya nasıl mihriban davranmış, kadınlar konusunda ashabına ne tür tavsiye ve uyarılarda bulunmuş, buna bakalım. Zaman zaman eşlerinin kendisine hırçın davranmasına ve bazen de onu üzmelerine rağmen, o eşlerinin bütün olumsuz tavırlarına karşı tahammül edip sabretmiş. Hatta Allah Teâlâ'nın kendisine, "İstersen onları boşa, onlardan daha hayırlısını sana nasip edelim." (Tahrim:5) demesine rağmen o bunu yapmıyor.
Şefkat ve merhamet sahibi Peygamberimiz bizim için en güzel örnektir. Allah Resulü'nün kadın konusunda o kadar çok hadisleri var ki bunların en önemlilerinden biri de "Veda Hacc"nda dile getirdiği temel prensip niteliğindeki tavsiye ve uyarıdır.
“Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah`tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah`ın bir emaneti olarak nikâhladınız. Onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır."
Hiç kuşkusuz bu hakların en önemlilerinden biri de aile kutsiyetini ve aile mahremiyetini muhafaza ve koruma adına eşlerin onur ve iffetlerine titizlikle sahip çıkmalarıdır. Zira sadakat bir aile yuvası için olmazsa olmazdır.
Çünkü sürdürülebilir bir aile yuvası için, ailenin insicam ve şerefini muhafaza etmek için bu haklara riayet etmek en temel ahlâkî zorunluluktur...
Fakat ne acıdır ki Nebevî tavsiye ve buyruklardan inhiraf eden Emevîler işbaşına geçer geçmez birçok siyasî konuda olduğu gibi kadın olgusu hususunda tekrar cahiliye dönemine özgü örf ve geleneklere uyarak kadını bir meta durumuna indirgediler. Saraylarına aldıkları âlim müsveddelerine kadını aşağılayan bol bol hadis uydurttular. Savaşlarda esir olarak aldıkları kadın ve ufak yaştaki kız çocuklarını nikâhlarına alarak cariye edindiler. Pedofili sapkınlığına özgü bu tutumlarını meşrulaştırmak için saraylarına yerleştirdikleri din tacirlerine Aişe validemizin yaşını küçük göstertip Allah Resulü'ne iftiralar attılar. Oysa Peygamberimiz Aişe validemizle evlendiğinde, Aişe validemizin yaşı Ehl-i Beyt kanalıyla gelen metinlerde 20-22 dolayında olduğu rivayet edilmektedir.
Feministlerin en çok üzerinde durdukları ve eleştiri konusu yaptıkları "çocuk gelin" mevzusudur. Afganistan'da uygulandığı varsayılan "çocuk gelin" konusunda haklı olabilirler. Fakat şunu da belirtmiş olalım ki, Emevîlerin başlatmış olduğu bu geleneği İslâm asla tasvip etmemektedir. İçselleştirilmiş ve töre/gelenek hâline getirilmiş bazı sapkın uygulamalar İslâm'a mal edilemez...
Burada bir başka garabet örneği ise, İstanbul Sözleşmesi normlarına göre18 yaş altında evlenenler (17 yaşında olsalar bile) tespit edildiklerinde veya şikâyet söz konusu olduğunda hapse atılıyor olmalarıdır...
"Çocuk haczi", "kadının beyanı esastır", "evden uzaklaştırma" ve "süresiz nafaka" gibi konular her biri ayrı başlık altında irdelenmesi ve kritiği yapılması gerekmektedir. Buradaki çelişkiler ve yanlış uygulamalardan dolayı olsa gerek İstanbul Sözleşmesi'ndan ayrıldık, ancak İstanbul Sözleşmesi referans alınarak hazırlanmış olan 6284 sayılı kanun metnine ne demeli? Bunun da kritiğini ayrı bir platformda yaparız inşallah...