Güneş balçıkla sıvanamadığı gibi Gadir-i Hum hakikati hiç kimse tarafından örtbas edilemeyecek kadar ayan-beyan ortadadır. Ancak hakikat her ne kadar örtbas edilemese de ümmetin yönetimini ellerine geçiren tahakkümcü güçler ve onlara payandalık yapan "kapıkulu uleması" manipülatif tezviratlarla olayı ana mecrasından, ana hedefinden saptırıp amacı dışına kanalize etmişler. Ve ne yazık ki İslâm âleminin ezici çoğunluğu böyle bir algı ile saptırılmış tarafa angaje olmuş vaziyette...
İzah edelim, meşhur Gadir-i Hum toplantısı ve bu toplantıda insanlara tebliğ edilen hakikatler Şiî ve Sünni literatürde mevcut; bu yüzden varlığı inkâr edil(e)miyor. Ancak kendilerini "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" olarak tanımlayan kesim Emevîlerin manipülasyonu ve geçmişte "Sakife"de yaşanan bazı hadiselerin etkisi ile Gadir-i Hum gerçeğine "siyasî rehberlik" dışında bir anlam yüklemişler. Dünyalarını da bu anlama göre şekillendirmektedirler. Ne yazık ki, tarih boyunca bu yanlış anlayışla yollarına devam etmektedirler. "Ne yazık ki" dedik, çünkü bu anlayışları saltanat ve monarşi rejimlerinin meşru görülmesine sebebiyet vermiş. Zaman ve süreç içerisinde kılıç zoru ile iktidara gelenler meşru ve itaate layık görülmüş. İslâm'ı ana hedefinden saptıracak fetvalar vürgalize edilmiş toplumlar tarafından benimsenmiş. Oysa tedavülde İslâm olduğu sanılan din aslında Emevî dininden başka bir şey değil.
Bu konuda ayrışan en önemli nokta Gadir-i Hum gerçeğidir. "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" olarak kendilerini tanımlayan kardeşlerimizin en büyük handikap ve açmazı burada yatmaktadır. Olması gerekeni, yani hukuka/şeriata uygun olanı değil de dayatılanı benimsemek en büyük çalişkidir. Olması gereken "de-jure (hukuka uygun olan), olmaması gereken ise "de-fakto"
(egemen güçlerin dayattığına teslimiyet göstermek). Ne yazık ki, böyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Açık bir şekilde ifade edecek olursak, Ehl-i Sünnet Vel Cemaat kardeşlerimizin olaya bakışı şöyle: "Allah Resulü 'Veda Haccı'ndan dönerken Gadir-i Hum mevkiînde mola verip bir hutbe irad ediyor. Bu hutbede İmâm Ali'yi ümmete "manevî rehber" olarak tayin ediyor. Bütün mesele bu."
Oysa böyle bir yorum, böyle bir yaklaşım tamamen seküler bir mantığın ve laik bir düşüncenin ürünüdür. Her şeyden önce, "manevî" sözcüğü insanın içsel ve enfüsî yönüne tekabül eden bir kavramdır. İslâm ise anlam olarak böyle bir ayrım yapsa da dinin temel normlarına ilişkin ayrım yapmaz. Çünkü din normları, insanın sadece enfüsî ve nefsanî yönünü şekillendirmek için değil, siyaset ve yönetim başta olmak üzere sosyal yaşamın her alanını dizayn etmek için vardır. Yüce kitabımız Kûr'ân-ı Kerim'in bireysel davranış kalıplarımızın "helâl-haram sınırları muvacehesinde" nasıl şekillenmesi gerektiğine ilişkin standart buyrukları olduğu gibi, aile yapımızın ahenk ve mutluluk içerisinde nasıl sürdürülebilir olacağına ilişkin insan fıtratıyla mütenasip ve insicam içerisinde olan mükemmel ilkeleri de bulunmaktadır. Öte yandan ontolojik olarak "anti sosyal" olmayan insanın toplumsal ilişkileri ile alâkalı "yasama, yürütme ve yargı organları" bağlamında kurumsal bir yapının oluşması ve bu şekilde anayasal bir düzen olarak hukukun üstünlüğü prensibi kapsamında İslâm'ın müesses bir nizam hâline dönüştürülmesi imânî bir vecibedir. Zira bu işlevsellik adına Kûr'ân'ı Kerim'in yeryüzünde istikrar ve adaletin teminat altına alınmasına ilişkin hukukî normlar (şeriat) önersemesi bulunmaktadır. Dinî kurallar manzumesinin ana hedefi yeryüzünde olumsuz olanı bertataf etmek ve iyi olanı tesis etmek amacına matuftur. "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyi olanı tesis eder, olumsuz olanı bertaraf edersiniz." (Al-i İmrân: 110) Evet, asıl amaç yeryüzünün yaşanır kılınmış yapısını muhafaza edip insanların Allah Teâlâ'ya kulluk sunumlarını kolaylaştırmak. Bunun tahakkuku siyasetin mutahhar imâmlarda, emin ellerde, liyakat sahibi insanlarda olmasını zorunlu kılmaktadır. Rabbimiz Nisâ Sûresi'nin 58'nci ayetinde işin ehil olana verilmesini emretmektedir. Bir sonraki ayette, "Allah'a itaat edin, Resulü'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" denilmektedir. Buradan çıkan sonuç Allah Teâlâ'nın emri ile Peygamberimiz'in tayin ettiği imâma itaat farzdır. Biz bunu Gadir-i Hum'da İmâm Ali için, "Men kuntu mevlahu fe Aliyyun mevlahu" (Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.) denilerek "vasî" ilân edilişinde görüyoruz.
Gadir-i Hum'da Peygamberimiz'den sonra hidayet gemisinin kaptanlık misyonu İmâm Ali'ye tevdi edilmiş olması siyaseti de kapsamaktadır. Burada biz "manevî" lider metaforunu kullanarak işi siyasetin dışında mütalaa edemeyiz. Her şeyden önce yüce dinimiz böyle bir ayrım yapmıyor. Gadir-i Hum'da, "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki emanet bırakıyorum, bunlardan ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im." "Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ondan yüz çeviren helâk olur, ona sığınan kurtuluşa erer." "Ali yaşayan Kûr'ân'dır." "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin." "Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali ne tarafa yönelse hak o taraftadır." "Ali benim ilmimin varisi ve muhafızıdır." "Ali'ye itaat edin. Ali'ye düşman olan bana düşmandır, bana düşman olan Allah'a düşmandır." "Size Ehl-i Beyt'imi emanet ediyorum. Benden sonra Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Onlardan öne geçmeyin. Onlardan geride kalmayın. Onlara öğretmeye kalkmayın, çünkü onlar sizden daha bilgilidir."
Allah Resulü sadece Gadir-i Hum'da değil, birçok defalar farklı zemin ve zaman dilimlerinde bu ve benzeri hadisleri dile getirmiş ve ashabını uyarmıştı. Ensar'dan bir grup bu uyarıyı kulak ardı ederek Beni Said'in Sakife'sinde Saad bin Ubade'yi halife seçme girişiminde bulunması, ardından Muhacirlerden Hattaboğlu Ömeri'in devreye girerek Ebu Kuafe'nin oğlu Ebubekir'i halife ilân etmesi dinde seküler mantığın devreye girmesini beraberinde getirmiş oldu. De-jura (hukuk) devre dışı bırakıldı ve de-fakto (olmaması gereken koşul) devreye sokuldu. İlk fay hattı kırılması, ilk eksen kayması böyle başladı ve tarih boyunca yönetim işi monarşiye evrilerek yoluna devam etti. Her ne kadar birinci ve ikinci halife döneminde İmâm Ali'nin "kadılık" veya "danışmanlık" olarak isimlendirilen yardımlarından ve yönlendirmelerinden dolayı kamusal alanda fazla sıkıntı yaşanmamış olsa da Emevîlerin devreye girmesinden sonra yönetim işi çığırından çıkmış ve İslâm gömleği tamamen tersyüz edilmişti. Ne yazık ki, İslâm ümmeti tarih boyunca bu saltanatçı monarşi sistemleri ile yönetildi. Bugün bile birçok Arap ülkesi monarşi ile yönetilmeye devam etmektedir. Olması gereken olmayınca İslâm uygarlığı, İslâm medeniyeti dünyada gereği gibi temsil edilemedi. Oysa İslâm dünyayı hak ve adalet üzere dizayn etmek için gelmiş bir dindir. İslâm'ın merhamet ve adalete ilişkin hedef kitlesi bütün yeryüzü insanlığıdır. İslâm Yüce Allah'ın bütün yeryüzü insanlığına bahşettiği bir nimettir. İslâm müesses bir nizam hâline gelmeli ki bu nimetten bütün beşer yararlanmış olsun. Bugün dünya insanlığı bir tarafa, başta Filistin olmak üzere birçok İslâm beldesi kan ve gözyaşına boğulurken 2 milyar nüfus potansiyelimizle hiçbir varlık gösteremeyişimiz ne büyük bir aşağılanma ve zillet içerisinde olduğumuzu göstermektedir. Çok açık bir şekilde ve sonuç olarak ifade edecek olursak, Gadir-i Hum biz İslâm ümmeti için bir algoritma ve bir yol haritasıdır. Bu misyona sahip çıkılmadığı için ümmet tarih boyunca olduğu gibi bugün de olması gerektiği yerde değil. Bilmem anlatabildik mi?