Kurban hadisesi İbrahim aleyhisselâm ile anılsa da aslında insanlık tarihi kadar eski bir dinî ritüeldir. Kûr'ân-ı Kerim bize bu olaydan bahsederken Âdem aleyhisselâmın çocuklarının Allah Teâlâ 'ya kurban sunumunu örnek göstermektedir. Âdem aleyhisselâmın çocuklarının isimleri her ne kadar Kûr'ân'da geçmese de tarihi literatirde Habil ile Kabil olarak kaydedilmiştir. Yine rivayetlere göre Kabil tarımla, Habil hayvancılıkla uğraşmaktadır. Habil Allah Teâlâ'ya en iyi, en besili hayvanını kurban ederken, Kabil bencil tutkularının ve nefsanî dürtülerinin esiri olup cimri davranıyor ve mahsullerinden adeta çarık-çürük olanları sunak yerine koyuyor. Doğal olarak iki kardeşin bu tutumlarına karşılık Allah Teâlâ, îsâr'da bulunan Habil'in kurbanını kabul ederken, Kabil'in sunduklarını kabul etmiyor.
"Onlara Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanıp: 'Seni mutlaka öldüreceğim' deyince, öteki şu cevabı vermişti: 'Allah ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur.” (Mâide: 27)
Ayette de belirtildiği üzere kıskançlık ve haset yüzünden ilk kan dökme, ilk cinayet bu şekilde işlenmiş oluyor. Kıyamete kadar işlenen her cinayette Âdem aleyhisselâmın katil olan oğluna bir günah payı verilmektedir. Çünkü cinayette çığır açan, ilk cinayeti işleyen olması hasebiyle böyle bir vebâli yüklenmiş olmaktadır.
"...Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır." (Hadis)
Bu hadisede biz Müslümanlara verilen ders, başta cimrilik olmak üzere haset ve kıskançlığın kötü bir haslet olduğu, öte yandan Allah Teâlâ'nın rızasına yönelik bir tutum olarak îsâr'ın ve beraberinde gelen takvanın en önemli davranış şekli olduğu izhar edilmektedir. Zaten diğer birçok ayet-i kerimede cennet ehlinin vasıflarından söz edilirken "takva" olgusuna vurgu yapılmaktadır. Kurban hadisesinde de biz takvayı somut bir şekilde görmekteyiz
"Kurbanlıkların ne etleri Allah'a ulaşır ne de kanları; O'na ulaşacak olan sadece sizin takvânızdır." (Hac: 37)
Takva olgusu, kayıtsız şartsız Allah'ın hükümlerine teslim olmanın, her hâl ve davranışta Allah Teâlâ'nın rızasını gözetmenin adıdır.
“De ki: 'Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin rabbi olan Allah içindir." (En'âm: 162)
Ayette belirtildiği üzere temel ibadetlerden bahsedilmekle birlikte hayatın ve ölümün Allah Teâlâ'ya adanmışlığından söz ediliyor. Zaten bize hayat veren, hayatın sahibi olan Allah Teâlâ değil mi? Şu hâlde tasarruf hayatın sahibine aittir. Bizi yaratmış ve yaşamın kurallarını bize bildirmiş. Aparatların, alet ve edavatların kullanım kılavuzu olduğu gibi din de insanın hayatını kuşatan yaşam kılavuzudur. Öyle ki, insanın bütün söz ve davranışlarından, bireysel ilişkilerde konuşmanın adabından, devlet düzeninin tanziminden, uluslararası diplomasiye kadar din nosyonu ile yön ve şekil verilmektedir. Örneğin, Rabbimiz bize, "Kibar konuş." (Tâhâ: 44) diyor. Her türlü insanî ilişkide bu bizim için düsturdur. Abese Sûresi'nin 1'nci âyetinde, "Kızgın bakma, surat ekşitme" deniyor. Bu da bizim temel davranış ilkemiz olmalı. Sevgili Peygamberimiz, "Tebessüm sadakadır." diyor.
Toplumsal hayatın insicam içerisinde dizayn edilmesi ve sosyal adaletin tahakkuku için İslâm'ın anayasal düzen içerisinde müesses nizama dönüşmesi gerekmektedir. Bu mükellefiyetimize ilişkin Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân'ı ve mizanı indirdik." (Hadid: 25) "Ey Resulüm seni din ve yönetim işinde şeriat (hukuk) üzere görevli kıldık. Sen o şeriata (hukuka) uy, bilmeyenlerin hevasına/arzusuna uyma." (Casiye: 18) Nitekim Sevgili Peygamberimiz hukukun üstünlüğü prensibini esas alarak 52 maddelik anayasa metni ile Medine'de lokal anlamda bir devlet mekanizması oluşturmuştu. Sosyal hayata ve kamusal alana tekabül eden medeniyetin temelleri böyle atılmıştı. Yeni kurulan İslâm Devleti beraberinde uluslararası ilişkileri de getirmişti. Kısacası hemen o dönemde barışçıl amaçlı olarak komşu ülkelerle diplomatik ilişkiler geliştirilmişti. Bu bağlamda biz İslâm ümmetine bir nosyon olarak Mümtehine Sûresi'nin 8'nci âyetinde devlet ricalinin uluslararası diplomaside gayr-i müslim devletlere karşı mütekabiliyet esasına göre nasıl bir tutum sergileneceği bildirilmektedir: (Bu aynı zamanda İslâm Devleti'nin kırmızı çizgisidir.) "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan (sizin yeraltı-yerüstü kaynaklarınızda gözü olmayan), sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir. (Aksine teşvik etmektedir.)"
Ayetlerden de anlaşıldığı üzere bizim ailevî ve sosyal yaşamımızda bireysel insanî ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğine ilişkin davranış kalıpları sunulurken devletler arası ilişkilerin de nasıl bir diplomasî ile sürdürüleceğinin algoritması-yol haritası (kırmızı çizgilerle) belirtilmektedir.
Sayın okuyucumuz gördüğünüz üzere kurban ibadetinin hikmet ve felsefesinden söz ederken olay devlet düzeninin tanzimine evrilmiş oldu.
Bugün dinî değerlere yönelik öylesine bir inhiraf ve kayıtsızlık yaşanıyor ki, insanlarımızın büyük ekseriyeti hem bireysel ibadetleri icra etmiyor, hem Allah Teâlâ'nın evrensel hukuk sistemine mütenasip bir devlet düzeni diye dertleri yok; ama öte yandan kurban vecibelerini yerine getiriyorlar, fakat bunu da kavurma şenliğine dönüştürmüşler. Bir kısmı da, "nasıl olsa çevremde fakir yok" diyerek buzluklarını dolduruyor. Bazı dar gelirli vatandaşımız ise bir garabet tutum içerisinde banka kartı taksidi ile faize bulaşarak kurban kesiyor. Peki Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmın çocuklarından örnek verirken, "Ben ancak takva ehlinden kabul ederim" demiyor mu? Faizin ve bencilce tutum içerisinde buzluğu doldurmanın "takva" olgusu ile ne âlâkası var? Bu büyük bir çelişkidir. İslâm bütün davranış kalıplarıyla, bütün edim ve ibadet ritüelleriyle "yekpare" olarak yaşanmalı değil mi?
Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, kurban faize bulaşmadan ve helâl yoldan elde edilen para ile kesilmeli. Bakınız, "kurban" kelimesi Arapça "kurb" kökünden gelmektedir. "Kurb" sözcüğü ise Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak ancak "takva" ile olur. Takvanın ön koşulu Allah Teâlâ'nın buyruklarını bir bütün olarak kabullenip, büyük bir hassasiyet ve rikkat içerisinde o ilâhî buyruklara göre bir hayat yaşamanın gayreti içerisinde olmaktır. Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, İslâm'da helâl kazanç hayatî öneme haizdir. "Olmazsa olmaz" kuraldır.
Rabbimiz biz insanoğlunun bedenini helâl rızka göre yaratmış. Haram lokma insanın hem bedenini, hem psikolojik yapısını mutasyona uğratmaktadır. Haram lokma yemekle insanın bedeni fizikî olarak deforme olurken, psikolojik olarak ise karakter üzerinde olumsuz etkide bulunuyor. Bir başka ifadeyle, haram lokma ile insan karakteri negatif hâl alıyor. Bu tür insanlar kul hakkına riayet etmediklerinden insanî hasletlerini yitirip bencil, egoist, çıkarcı ve anzavur oluyorlar. Bu itibarla, böylesi bir kepazeliğe düşmemek için Müslüman kişi alın teri ile - emek sarf ederek ve meşru yollardan kazandığı helâl, temiz, hijyenik ve sağlığa faydalı rızıkla beslenmek ödevindedir. Vahşi kapitalizm/serbest piyasa ekonomisi ise, kâr marjına ve gıdanın sağlığa zararlı-kanserojen içerikli olmasına bakmaksızın "kazan, nasıl kazanırsan kazan, bu senin hakkındır" diyor ve fabrikatörler, atölye sahipleri, esnaf, tüccar çok kazanma hırs ve ihtirasıyla bir koyup dokuz almanın hesabını yapıyor. Bu yüzden burjuvazinin/vahşi kapitalizmin egemen olduğu toplumlarda îsâr ve yardımlaşma duygusu köreltilmektedir. Bu yüzden bugün birçokları kurbanını amacı dışında kesmektedir. Kurban eti fakir ve ihtiyaç sahibi insanlara ulaştırılmalı. Elbette ondan hane halkı yiyecektir. Ancak bu buzluğu tıkabasa doldurmak anlamına gelmemeli. Kurbandan maksat fakir insanların doyurulmasıdır. Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, kurban muhtaç insanlarla dayanışma içerisinde olmanın en güzel örneklerindendir. Evet zekât, sadaka ve infakta bulunuyoruz ancak bu yaptığımız hasenatla insanların diğer ihtiyaçlarını karşılıyoruz, kurban ise fakir kişinin et ihtiyacını karşılamaya ilişkin fiîli bir yardımlaşma şeklidir.
Yüce dinimiz bizi ne tür vecibelerle sorumlu kılmışsa bunları itirazsız olarak yerine getirme azminde olmalıyız. Her şeyden önce şu gerçeği bilmeliyiz ki, İslâm "açık büfe" değildir. İşimize geleni alalım, nefsimize ağır geleni terk edelim! Hayır efendim öyle değil. İslâm bir "paket program"dır. Eksiltme ve sentez kabul etmez. Yüce Rabbimiz bu konuda aymazlık ve ihmâlkârlık yapanlara şöyle bir uyarıda bulunuyor: "Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların dünyadaki cezası rezillik ve istikrarsızlıktır, ahirette ise şiddetli azaba çarptırılacaklardır." (Bakara: 85)
Az önce söz konusu ettiğimiz, İslâm'ın "açık büfe" olmadığı bu ayette net bir şekilde anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde aktaracağımız ayet Allah ve Resulü'nün buyruklarına teslimiyeti dinin "olmazsa olmaz" kuralı olarak sunulmaktadır.
"Allah ve peygamberi bir işe hükümetiği zaman gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın için kendilerine başka bir seçenek ve başka bir muhayyerlik yokdur. Kim Allaha ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmışdır." (Ahzâb: 36)
Biz kurban konusunda Âdem aleyhisselâmın Habil ismindeki oğlunda takvayı gördük. Ancak kurbanla ilgili asıl sınavı İbrahim aleyhisselâm ve İsmail aleyhisselamın tutum ve teslimiyetinde görüyoruz. Bu itibarla kurban olgusu şu ifadenin tezahürü olmaktadır:
"İbrahim'ce bir adanış, İsmail'ce bir teslimiyet."
Kurban hadisesiyle ilgili âyetler Kûr'ân'da şöyle açıklanıyor:
"Bunun üzerine kendisine akıllı ve iyi huylu bir erkek çocuğu olacağını müjdeledik. Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa gelince babası ona, 'Yavrucuğum' dedi, 'Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm; düşün bakalım sen bu işe ne diyeceksin?' Dedi ki: 'Babacığım! Sana buyurulanı yap; inşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın.' Böylece ikisi de Allah'a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: 'Ey İbrahim! Rüyana sadık kaldın; işte Biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız' diye seslendik. Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı. Biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona büyük bir kurban (Ve fedeynahu bi zibhın azim.) verdik. Onun hakkında, 'İbrâhim’e selâm olsun!' ifadesini sonradan gelen nesiller arasında devam ettirdik. Evet, iyileri işte böyle ödüllendiririz. Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandı."
(Sâffât: 101-111)
Evet, İbrahim ve İsmail aleyhisselâm böylesi büyük bir sınavdan geçtiler. Ama sonuç olarak sınavı başarı ile vermiş oldular. Bu muazzam adanış ve teslimiyetten Müslümanlar olarak çıkaracağımız derse Ali Şeriatî şöyle dikkat çekiyor:
"İbrahim'in sahnesi Mina'dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail'i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail'in kim veya ne? Mevkîin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi?"
Şeriatî'nin bu satırlarda vurgulamak istediği, Allah Teâlâ'nın rızasının önüne geçen ögelerdir. Bunu biz aktaracağım ayette de görüyoruz:
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, sizin için Allah ve Resulünden ve O'nun yolunda cihad (mücadele) etmekten daha sevimli ise, Allah'ın azabı gelinceye kadar bekleyin." (Tevbe: 24)
Aynı şekilde kurban ibadeti de bize bu hassasiyeti ve bilinci vermelidir. Her zaman ve zeminde öncelik Allah Teâlâ'nın rızası olmalıdır ve rızaya uygun edim ve mücadele içerisinde olunmalıdır.
Kısacası bizde var olan titr/unvanlar, hasletler, ögeler, mal varlığımız ve aile efradımız Allah Teâlâ'nın rızasının önüne geçmemelidir. Bunlar bize Allah Teâlâ'nın rızasını unutturmamalıdır. Bu varlıkları değer olarak görebiliriz ancak ve elbette bizim için asıl değer her daim Allah'ın rızası olmalıdır... Bu itibarla kurban hac farizasındaki ritüellerden biri olarak Allah Teâlâ'ya yakınlaşma vesilesidir. Aslında hac farizasındaki bütün yöneliş ve edimlerinde Allah Teâlâ'ya teslimiyeti görüyoruz.
Ali Şeriatî Hac farizasının diğer boyutuna şöyle dikkat çekiyor:
"Allah'a koş! İhramlıyken, 'lebbeyk' de. Allah seni çağırıyor. Artık O'na cevap verme ve tamamen itaat etme zamanıdır: 'Lebbeyk [buyur] Allah'ım lebbeyk; hamd ve nimet senin için, mülk de senin için. Senin ortağın yok, lebbeyk!'
"Dünyanın sömürücü, dolandırıcı ve despotik süper güçlerini reddeden insanlar yüksek sesle nida ediyorlar: 'Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!'
"Hacc, Kâbe'ye değil, Allah'a doğru harekettir!"
"Sonsuzluğa doğru varmaya karar verdikten sonra hacca başlarsın. Hacc, Kâbe'ye doğru değil, Allah'a doğru sonsuz bir harekettir. Kâbe artık hiçbir şeyin yapılamadığı son değil, başlangıçtır."
"O'nu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail'i Mina'da kurban etmen gerek."
"Şu hâlde tekrar kendine sor, 'Benim İsmail'im, benim kurbanım kim? Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs.."
"Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim'in İsmail'i sevdiği kadar sevdiğin birşey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikatı duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmek yerine mazereti meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ne varsa kurbanın o olmalı."
"Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail'i Mina'da kurban etmen gerek."
"İsmail'in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin.
O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder.
Koç ancak İsmail'in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır."
"Ey 'Hakk'a teslim olan', Allah'ın kulu! Hakikatin senden istediği şey, işte budur. Budur "imanın daveti", "risaletin mesajı".
"Bu senin sorumluluğundur, ey 'sorumlu insan"!
"İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka; ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişitir hac ve kurban..." (Şehid Ali Şeriatî'nin yorumu böyle.)
Elbette ki, İbrahim aleyhisselâmın sınav ve serüveni bu anlatılanlarla bitmiyor.
İbrahim aleyhisselâm tevhidî değerler uğruna Nemrut ve avanesine karşı tek başına büyük mücadeleler verdi. Daha çocuk denilecek yaşta putları baltasıyla kırıp, putperestlik adına oluşturulmuş sömürü düzenine karşı isyan bayrağını çekti. Korkusuzca putperest sömürü düzenine karşı tek başına savaş açtı, mücadele verdi. Yüce Rabbimiz, tek başımıza da olsak tevhidî değerlerin mücadelesini verebileceğimizi İbrahim aleyhisselâm örnekliği ile bize bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İbrahim tek başına bir ümmetti." (Nahl: 120) Evet, İbrahim aleyhisselâm tek başına bir ümmetti. O, "Tek başınayım, yalnız başıma ne yapabilirim?" demedi. Zalimlere karşı, zamanın egemen gücünü temsil eden ve burjuva sermayedarlarının başı olan Nemrut'a karşı tek başına mücadele etti. Ateşe atıldı, yine yılmadı. Allah Teâlâ'nın lütfu ile ateşten kurtuldu. Allah Teâlâ bir sinek ile Nemrut'u helâk etti...
İbrahim aleyhisselâmın Allah Teâlâ'ya olan tevekkül ve teslimiyeti tam bir ibret vesikasıdır. İbrahim aleyhisselâm birçok zorlu sınavdan geçti ve hepsinde bi iznillah muvaffak oldu. Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâmın başarıyla geçtiği sınavların sonunda O'na şöyle bir taltifte bulunuyor:
"Vaktiyle Rabbi İbrâhim'i, birtakım emirlerle imtihan etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: 'Seni insanlara imâm kılacağım' buyurdu. İbrâhim: 'Zürriyetimden de imâmlar çıkar!' diye dua edince: 'Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir! (Zalimler benim ahdime erişemez)' buyurdu." (Bakara: 124)
Ayette görüldüğü gibi İbrahim aleyhisselâmın "soyumdan da" talebini Allah Teâlâ, "Zalimler benim ahdime erişemez." diyerek koşullu olarak kabul ediyor. Nitekim şu ayeti kerime İbrahim aleyhisselâmın talebini vuzuha kavuşturuyor: "Pak/mutahhar ve temiz kılınmışlar (tayyibe-i şecere) olarak onları birbirinden türeyen imâmlar kıldık." (Enbiya: 73) Aktarmış olduğumuz bu ayette işaret edilen Ehl-i Beyt imâmlarının ayrıca Ahzâb Sûresi'nin 33'ncü ayetinde "mutahhar" (pak-temiz/günahlardan arınmış) kılındığı belirtiliyor. Şura Sûresi'nin 23'ncü ayetinde ise Ehl-i Beyt imâmlarına "meveddet" göstermemiz emredilmektedir. Bu ilâhî emirlerden dolayıdır ki, Ehl-i Beyt imâmları nübüvvet misyonunun varisleri ve Sevgili Peygamberimiz'in vâsîleridirler.
Sayın okuyucumuz gelinen bu noktanın, yani "Ehl-i Beyt imâmlarının kurbanın hikmet ve felsefesiyle ne âlâkası var?" diye düşünebilir. Konuyu açalım: Yukarıda aktarmış olduğumuz Sâffât Sûresi'nin 107'nci ayetinde, Allah Teâlâ İbrahim aleyhisselâma "Ve fedeynahu bi zibhın azim." (Muhakkak ki, biz sana fidye olarak büyük bir kurban vereceğiz.) vadedinde bulunuyor. Kaynaklarımızda "zibhın azim"den kastın İmâm Hüseyin olduğu bildirilmektedir. Nitekim Kerbelâ'da İmâm Hüseyin şehid edilince, İmâm'ın kızkardeşi Seyyide Zeynep Validemiz, İmâm Hüseyin'in naaşı başında, "Ya Rabbi bu kurbanımızı bizden kabûl buyur" demişti.
Evet, "Zibhın azim" asıl olarak kendisinisini din uğruna feda eden "büyük kurban" Şehid-i Şûheda İmâm Hüseyin'dir.
"Kurban'ın Hikmet Ve Felsefesi" ismini verdiğimiz bu yazımız vesilesi ile "Zibhın Azim" (Büyük Kurban) olan Şehid-i Şûhedâ İmâm Hüseyin'i minnetle ve şükranla yadetmiş oluyoruz...
Sonuç olarak, Kurban ibadeti bize "İbrahim'ce bir adanışı ve İsmail'ce bir teslimiyeti" öğretirken aynı zamanda (İmâm Hüseyin örnekliğinde) zulme ve haksızlıklara karşı mücadele azmi ile birlikte İslâm'ın bir anayasal düzen olarak müesses bir nizam hâline gelmesi için çaba göstermemiz gerektiğini hatırlatmış oluyor...
İslâm Birliği'nin tesisine ve özgür Filistin'e kavuşmak umuduyla hayırlı bayramlar diliyoruz...