- Yazarlar
- İsmail Bendiderya
-
Bugün 1 Şubat... "Şafakta 10 Gün" ün Başlangıcı...
Bugün 1 Şubat... "Şafakta 10 Gün" ün Başlangıcı...
İsmi Ruhullah’tı…
Seyyid Mustafa’nın oğlu...
Babası Seyyid Mustafa, 1902’de, yani o henüz 5 aylıkken, zorba bir toprak ağası tarafından pusuya düşürülüp öldürüldü.
Seyyid Mustafa, Humeyn’in en sevilen ismi, bütün bölgenin en sevilen din adamıydı.
Çünkü şahlığa da , ecnebi mandacılığına da karşıydı.
Fukara babasıydı.
Çok cesur ve savaşçı bir hocaydı.
Hükümetin acziyetten ülkede güveniği sağlayamadığı ve İngilizlerle Rusların İran ve Osmanlı topraklarında cirit attığı yıllarda İran’ın Humeyn kasabasını, haraç almaya gelen eşkıyalara karşı korudu, köylünün namusunu ve canını koruyabilmek için evinin etrafını kale duvarlarıyla ördü.
Hums ve zekat gelirleriyle köylüleri eşkıyalara karşı silahlandırıp haraç sistemine son verdi.
Bu “direnişçi” liğinin bedelini hayatıyla ödedi.
5 aylık yetim yavrusu, daha 15 yaşındayken annesini, sonra da manevi annesi olan halasını da kaybederek öksüz de kaldı.
Seyyid Ruhullah, Erak , Necef ve Kum kentlerinde yüksek İslami bilimler okudu.
Çağının en sevilen din adamıydı.
Meşhur müçtehitlerin derslerine gelen öğrencilerin kat kat fazlası onun derslerine gelirdi.
Zira çok mütevazi, bir o kadar da ciddi ve dürüsttü.
Mezhep ayrımına karşıydı.
***
Bir zabıtaya dahi kimsenin yan bakmaya cesaret edemediği 1930’lu yıllarda, bir bahar günü, Kum kentindeki Hz Masume türbesi yakınındaki avluda ders verdiği sırada, Rıza Han’ın polislerinden biri bir kadının tesettürünü zorla başından açmak isteyince, her şeyi göze alıp inanılmaz bir cesaret ve mertlik gösterdi, susan ve seyreden onca kalabalığın arasından sıyrılıp polisin üzerine yürüdü ve bir sillede o kodaman polisi yere serdi.
***
“ŞAH” lık rejiminin “Seyyid Ruhullah” la ilk tanışması böyle olmuştur.
***
Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçmeden, ismi belirsiz vatanperver bir subaydan aldığı bir notu, camide, herkesin duyacağı şekilde okudu:
“Ordumuzun içinde İsrail askerleri var. İranlı bir subaymış gibi bizim üniformamızı giyiyor, ast-üst tanımıyorlar.. Rütbesizler, ama bizim generallerimiz bile onlara selam çakıyor..Bu iş, vatanperver Müslümanlar olarak kanımıza dokunuyor. Sizin cesur bir din adamı olduğunuzu duyduk. Bu durumda dinî görevimiz nedir?/ Hava Kuvvetleri’nden isimsiz bir subay”
***
Bu notu, minberde alenen okuyup şöyle ekliyor: “Bu ülkenin bir şahı var... Şaha duyuruyorum: Eğer bu doğruysa, açıklamasını bu millete yap: İsrail subaylarının bizim ordumuzun içinde ne işi var? Eğer yalansa, bunu tekzip et ve yalanla”
Ertesi gün şah tarafından gönderildiğini söyleyen 2 yetkili, gece yarısı evine gelip, “İsrail aleyhine konuşursa kötü olacağı” nı söyleyerek onu uyardı.
O gün, öğle namazından sonra minbere çıkıp o tehdidi halka duyurdu ve şahı uyarmanın dini bir vazife olduğunu söyleyerek İsrailli askerlerin İran ordusunun içinde bulunmasının kabul edilemeyeceğini tekrarladı.
Aynı gece evi SAVAK tarafından basıldı ve tutuklanıp zindana götürüldü.
***
Onu Kum’dan Tahran’a otomobille götüren savak memurları, gece yarısı , kendileri silahlı, o silahsız olduğu halde, yol boyunca çok korktuklarını, onun ise kendilerine “korkacak bir şey yok, korkmayın” dediğini daha sonra hatıratında yazacak, aynı sözler, devrimden sonra savak arşivinden de çıkacaktı.
***
1962 sonbaharında Kur’an yerine “kutsal kitab’a yemin” i getiren ”Eyalet ve vilayet encümenleri kanunu aleyhinde bildiri yayınlayınca yine tutuklandı.
O hapisteyken, Şah rejimi askerleri, onun ders verdiği Feyziye Medresesi'ne saldırıp inanılmaz bir katliam işlediler.
Hapisten çıkar çıkmaz, Aşura günü bu katliamı kınayınca tekrar tutklanacaktı…
***
Savak’ın istediği “güvence” yazısını imzalamayı reddeder, halkın sokaklara dökülmesi üzerine şah onu serbest bırakmak zorunda kalır, ama birkaç gün sonra , şahı yine eleştirince, tekrar tutuklanır.
Müçtehit olduğu için şah rejimi, anayasa gereğince, onu idam edemez; ama ona olan hıncını, nicedir böyle bir din adamına hasret kalan ve bu nedenle de onu ölümüne destekleyerek, serbest bırakılması için Tahran ve Kum sokaklarına dökülen halktan alır ve 5 Haziran 1963 günü şah rejiminin özel kuvvetleri; aralarındaki o ecnebi subaylarla birlikte halkın üzerine makinalı tüfek, tank ve helikopterlerle ateş açıp 15 bin insanı katleder…
Halkın üzerine ateş açmayı reddeden ordu personeli hakkında tahkikat açılır, birçoğu ordudan atılır.
Bunların çoğu, daha sonra halkın safına geçecektir.
Bu kanlı gün İran tarihine 15 Hordad kıyamı olarak geçmiştir.
“Seyyid Ruhullah” birkaç ay hapis ve gözaltı yaşar...
***
Şah rejimi, ondan kurtulmak için onu Türkiye’ye sürer.
4 Kasım 1964 tarihinde Ankara'ya , oradan da Bursa’ya...
Bursa'da onu Farsça bilen askeri istihbarat uzmanı Albay Ali Çetiner karşılar, onun evinde kalır ve Albay, onu çevresine “dedesi” olarak tanıtır.
1,5 yıl kadar bizde misafir olur.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin onu yeterince sıkmaması “majesteleri şah Rıza Pehlevi hazretleri” ni rahatsız eder, hatta Bursa’da görüştüğü Sünni ulemanın çok takdirini kazanır.
Tabi, onun Urfalı “Arap asıllı bir din adamı” olduğunu zannetmektedirler…
***
Bu vaziyete tahammül edemeyen şah Rıza Pehlevi, onu, Türkiye2den Necef’e sürer.
Amacı, büyük ulema arasında kayblup gitmesini sağlamaktır.
Tam tersi olur ve mustazaf halk kitleleriyle, şah yönetimindeki pek çok vatansever ve milli aydın, onu destekler.
Kasetle ülkeye giren yasaklı konuşmaları evden eve dolaşır.
Yüzlerce insan sırf bu konuşmaları dinlediği için tutuklanır.
Irak’taki büyük ulema, onun ilmi ve basireti karşısında saygıyla eğilince, şah rejimi Saddam’la konuşup onu Irak’tan da sürer.
Ama bu defa şah, ABD’yle konuşur ve onu hiçbir ülkenin kabul etmemesini sağlar.
Vizesi olduğu halde Küveyt, son dakikada onu sınırdan geri çevirir.
Ortada kalınca, halktan destek ister; bir taka kiralayıp, serbest sularda radyo yayınıyla sesini İran ve dünya halkına duyuracağını söyleyince, onu hiç olmazsa gözlerinin önünde bulundurmak için Fransa’dan ona yeşil ışık yakması istenir.
Çünkü Fransa koskoca Rönesansların, reformların ve özgürlük devriminin ülkesidir(!)
Paris'in bir banliyösü olan Neauphle-le-Chateau'daki sade köy evini kiraladı ve buradan konuşmalarını ülkeye gönderdi.
İran’da her gün ülke çapında milyonların katıldığı gösteri yürüyüşleri yapılıyor, şaha karşı olan halk onu istiyordu.
Şaha muhalif olan herkes sokaklardaydı.
Şah rejimi her gün yüzlerce göstericiyi öldürüyor veya tutkluyordu.
Zindanlarda yer kalmayınca ve milyonları tutuklayacak memur da kalmayınca şah İran’dan kaçmak zorunda kaldı.
Efendisi ABD onu kabul etmekten çekindi.
Yeni kurulacak devletle papaz olmak istemiyordu!
Kanser olan şahı, sadece Mısır kabul etti (hem de tahmin edemeyeceğiniz nedenlerle ve İslam dünyasının kalbine kanser tümörü gibi saplanan başka birilerinin aracılığıyla!)
Şah orada öldü!
ABD, şahı petrole sattı, ama o petrolü de alamayacağını anlayıca, yeni kurulan devlete de düşmanlık etmekten geri kalmadı.
***
1977 sonbaharında, Irak’ta sürgündeyken, şah ona gönderdiği biriyle bir mesaj iletti: “Ya benimle uzlaş ya da oğlun Mustafa ölür!”
Uzlaşmadı.
Oğlunun şehadet haberini aldığında “İnnalillah..” ayetini okudu ve eşine “başımız sağ olsun, evladımız boş yere ölmedi, şehit düştü, gözümüz aydın” dedi.
Bu “başkalarına dediğini önce kendisi yapan âlim” tavrı halkın onu daha fazla sevmesini sağladı.
***
Şahın kaçmasından sonra yerine bıraktığı askeri hükümet ve Bahtiyar hükümetleri devrildiler
Onun Fransa’dan döndüğü günden, Bahtiyar hükümetinin düştüğü ve yönetimin halkın eline geçtiği 10 güne İran halkı “Şafakta 10 gün” diyor.
10 gün süren bir şafağın sökmesi…
Ve bugün o günün ilk günü…
***
Bir anıdan birkaç satırı aktarmadan geçemeyeceğim:
“…Bundan tam 40 yıl önce bu saatlerde; şimdiki adıyla Azadi, o günkü adıyla "Şehyad" Meydanı'nın biraz ilerisindeki Mehrabad Havaalanında karşıladığımız ev sahibinin peşinden "Beheşt-i Zehra" adlı şüheda kabristanına kadar koştuk... Oradaki konuşmayı son kelimesine kadar dinledik ve herşey ondan sonra başladı... O gün orada olanlar şimdi nerede? Ve, o gün orada olmayanlar, hemen ertesi aydan başlayarak, nerelerde konumlandırıldılar? Devrimci kılığında devrime sızan ve sonra da ancak çarşafa bürünerek efendlerinin kucağına kaçıp canını kurtaran o beldede günün "badem bıyıklı" sı şimdi nerede? Neden? Kimler "kim" oldular???Söylenecek o kadar çok şey var ki... Bırakın şu satırları; bir kitaba da sığmaz, bir TV programına da... Bir ömre nasıl sığdı? Hayret?! Yaşamayan hiç konuşmasın bunu... Zira "ilim şehrinin kapısı"'nın da buyurduğu gibi; "hakla batılın arası, sadece 4 parmaklık bir mesafedir"... Bu satırlar için sakın beğeni işaretlemeyin, sözünüz varsa yazın, yoksa susun ve şimdi bazı kulakları sağır eden, bazılarınıysa seher yeli gibi okşayan o sese kulak verin: "Baharân khojeste bad"…”