Geçtiğimiz günlerde, arasında Türkiye’mizin de bulunduğu üye ülkeler, dünyanın başına bela olan en büyük felaket timsali NATO’nun 70. Yılında bir araya gelerek gündemi konuştular. Nato’nun 70 yılının bu zirvesinde Amerika’nın diğer üyelerce alaya alınması ve hele ABD başkanının AB ülkelerine ait toprakları satın almak istemesinin doğurduğu tepkiler üyeleri birbirine kattı ve Nato’yla birlikte ABD’yi de dünyaya rezil edip maskaralaştırdı.
NATO, birbirini yemeye başladı artık…
Özne NATO’ysa, gündemin nesnesinin ya saldırıya maruz bir mazlum, ya teslim alınmak istenen milli bir irade, ya da hakkı yağmalanmak istenen bir ülke olacağı apaçık ortadadır. Bu defa da öyle oldu ve kendisini dünyanın efendisi, diğer ülke ve milletleri de “köle” si olarak gören ve bu zulmü de NATO aygıtıyla gerçekleştiren Amerika, dünyanın gözlerinin içine baka baka yine yalan söyleyerek, amaçlarının “terörle mücadele” olduğunu açıkladı.
ABD ve NATO, terörün ana üreticisidir ve kendi ürettikleri terörle savaşıyormuş gibi yaparak aslında terörü organize eder ve onu bir silah gibi kullanarak başka devletler ve milletlerin hak ve egemenliğine çöker…
Bu NATO nedir?
Maktulünün aşık olduğu cellat olabilmesinin nedeni nedir? Milletler onun elinden kan ağlarken, neden anasını ağlattığı bazı ülkelerin liderleri “onsuz olmaz!” diyor?
Adına kısaca NATO denilen Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, 4 Nisan 1949'da 12 ülke tarafından imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması'na dayanarak kurulan ve farklı dönemlerde 17 ülkenin daha katıldığı uluslararası askerî ittifaktır. Resmi tanımlamasına göre bu örgütün üyeleri “herhangi bir dış güçten gelebilecek saldırıya karşı ortak savunma yapmaktadır” denilse de, bu konuda üyeler arasında bir ayrımcılık , pardon, istisna vardır ve bu da, ittifakın tek Müslüman ülkesi olan Türkiye’dir. Nato’nun herhangi bir ülkesi saldırıya uğrarsa, daha doğrusu Nato bir ülkeye saldıdığında, diğerleri gibi, hatta onlardan önce Türkiye yardıma çağrılır ve hemen gider. Ama Türkiye bir saldırıya maruz kaldığında Nato asla Türkiye’ye yardım etmez.
Neden mi? Çünkü Türkiye’ye saldıran veya saldırtan hep Nato’nun bizzat kendisidir de ondan! Mesela, 45 yıllık PKK olayı… IŞİD olayı.. -PYD-SDG olayı… FETÖ… 11-17 rakamlarını tarihimize kazıtan alçakça ekonomik saldırılar..Yaşadığımız askeri darbeler ve en son 15 Temmuz gailesi hep NATO’nun marifetleri değil midir?… İşi gücü işgal, talan, yağma ve zulüm olan bir ittifak..
İşte, 70. yılında NATO Zirvesi'nin sona ermesinin ardından Trump yönetimi Ortadoğu’ya yine çok sayıda asker ve askeri malzeme göndermeyi planlıyor. Amacı, İran’ı da Suriyeleştirmek... Sonra da sıra bize gelmiş olacak… Allah’tan, şimdilik İran’a diş geçiremiyor…
***
NATO Sonuç Bildirgesi’nde “Çin'in Yükselişinin Farkındayız” denilmesi Çin’den pek korktuklarının açık tesciliydi.
Türkiye’nin terörist olarak tanımladığı bölücü etnik unsurlara terörist denilmedi ama buna rağmen Baltık Ülkelerinin Savunma Planı Kabul Edildi
Birlik vurgusunun yapıldığı bildirgede, "Terörizm bütün türleri ve tezahürleriyle hepimiz için tehdit olmaya devam ediyor" ifadelerine yer verilmek suretiyle dünyaya “Sizleri teslim almak için terör üretmeye ve teröristleri üzerinize salmaya devam edeceğiz” mesajı verildi.
***
Haklı olarak Özey’in de tespitine göre “Tarih boyunca ekonomik açıdan önemli olan bölgeler, güçlü olan ülkelerin daima ilgisi çekmiştir.” F.Ratzel, R.Kjellen ve Haushofer gibi siyasî coğrafyacı ve jeopolitikçiler, bunu bir ülkenin hâkimiyet alanını genişletmesinin önemli bir gerekçesi olarak görmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeki Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarına sahip olduğunun anlaşılmış olması, bu bölgenin jeopolitik öneminde çok daha büyük bir artış ortaya çıkardı. Buna bağlı olarak 19. yüzyılın ilk yarısından sonra Ortadoğu’da Batılı devletlerin müdahaleleri başlamıştır (ag, 1996:6). Bu yeni duruma bağlı olarak yeni bazı siyasî gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. Nitekim, birçok konuda anlaşamayan ve sürekli siyasî bir çekişme içinde bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi sömürgeci devletler, Osmanlı ülkesini paylaşma konusunda anlaşmaya vardılar. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan bölgenin, İngiltere ve Fransa arasında 16 Mayıs 1916 tarihinde yapılan SYKES-PİCOT Antlaşması ile paylaşılması öngörülmüştür (Anna Britannica, 1994:40). Bu dönemde özellikle İngiltere’nin bölge içindeki faaliyetleri son derece dikkat çekici olmuştur. Nitekim bölgenin idaresi, savaş sonunda 25 Nisan 1920'de alınan BM kararı gereğince, manda hâkimiyeti ile yönetimi İngiltere'ye verilmiştir. Petrolün Osmanlı hâkimiyetindeki topraklarda alması, İngiltere nazarında Osmanlı Devletini hedef haline getirmiş bulunmaktaydı.
Şunu hepimizin daima hatırlaması gerekir:İngiltere’nin Ortadoğu politikası; Osmanlı Devleti’nin yıkılması, İslâm Birliği düşüncesinin değerden düşürülmesi, Mısır’ın ve Hindistan yolunun güvenliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz’de kuvvet bulundurulması, Irak petrollerinin elde edilmesi ve Boğazların denetiminin ele geçirilmesi hedeflerine yönelmiş durumdaydı ve buna Rus imparatorluğu da asırlardır talipti.İşte bu nedenle de NATO’yu Türkiye’nin başına bela eden asıl unsur İngiltere’dir.
***
NATO’nun, Sovyet tehdidine karşı, Kuzey Atlantik ve üye ülkeleri korumak amacıyla 1949 yılında kurulmuş askerî bir savunma teşkilâtı olduğu söylenir ve bu konuda kitaplar yazdırılır Ama gerçek bunun tam tersidir, yani önce NATO kurulmuş, bunun üzerine de Sovyetler Varşova Paktı’nı oluşturmuştur. Bu sözde askerî savunma örgütüne Türkiye de baş vurdurulacak ve üye olacaktır. Türkiye’yi NATO üyesi olmaya sevk eden esas sebeplerin başında sahip olduğu coğrafî konumu gelir. Çünkü Rusya’nın sıcak denizlere inme şeklindeki dış politikası önündeki en büyük engel, Anadolu’nun bu coğrafî konumu olmuştur. Coğrafî konumunun Anadolu’ya yüklediği jeopolitik değer sebebiyledir ki, Türkiye sürekli olarak tehdit edilmiştir. İran ve Pakistan’a olduğu gibi Türkiye’ye de yönelen Sovyet tehdidine karşılık bu ülkeler, hem bölgesel işbirliğine gitmişler hem de ABD. gibi uzaktaki güçlü bir devletin desteğiyle denge kurmaya çalışmışlardır
***
Halâ muammasını koruyan Gorbaçov imzalı Perestroyka ve Glasnost akabinde Aralık 1991 yılında Sovyetler Birliği çöktü. Sovyetler dağıldıktan sonra NATO için iki yol vardı: Dağılması veya Sovyet tehdidinin yerini alan yeni tehditlere karşı, yapısının düzenlemesi ve varlığını sürdürmesi. NATO için ikinci yolu benimsedi ve dünyayı sömürme gereci olarak varlığını sürdürecek bir “düşman” tanımlaması aradı. ABD Başkanı George Bush, 11 Eylül'deki intihar saldırılarının ardından terörizme karşı ''Haçlı Seferi'' başlattığını söyledi, 'Biz büyük bir ulusuz, bu kararlı ulus, ipten kazıktan kurtulmuşlar tarafından ( Müslümanları kastediyor) sindirilemez'' diye konuştu.
***
Bu yeni düşman oyununu açıklamadan önce şunu belirtmekte yarar var: NATO'nun Ortadoğu ve Akdeniz havzası ile olan ilgisi, Soğuk Savaş yıllarına kadar uzanır. İttifak'ın Aralık 1994'te Akdeniz bölgesindeki bazı devletler ile NATO arasında temas kurulması konusunda aldığı karara yansımıştır. Ancak, Akdeniz Havzası’na yönelik siyasî fikir ve teşebbüsler, çeşitli sebeplerle diğer bazı ülkeler tarafından da yapılmaya çalışılmaktadır. Bir görüş, Avrupa Birliği’nin amaçları gerçekleştirmede geri ve yavaş kalması üzerine yeni bir birliğin Akdeniz kıyılarında aranmaya başlandığı, şeklindedir. Buna göre; Avrupa’nın ve Güney Amerika’nın Latin asıllı ulusları, özellikle Anglosakson ve Yahudi ittifakına dayanan küreselleşme projesine karşı başlarını küçük Avrupa kıtasına gömmemek için böyle bir hareket başlatılmış bulunuyor (Çeçen, Sayı 87:42,43). Baydil’e göre öteden beri böyle bir oluşuma soğuk bakan Türkiye, Avrupa Birliği’nin alternatifi kabul edilmemek şartıyla Akdeniz Birliği içinde yer almaya karar verdi. Ama Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutmak, işgalci İsrail’i Ortadoğu’da yalnız bırakmamak, dünya dengelerinde Almanya, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı daha etkili olabilmek amaçlarıyla Fransa’nın başlatmış olduğu Akdeniz Birliği tartışmaları her açıdan yeni bir durum değerlendirmesini de zaruri kılıyor…
***
Şimdi terörle mücadele bahanesiyle ABD’nin komşularımızı yakıp yıkarak kendi teröristlerini de burnumuzun dibine konuşlandırması, bizi, her şeyi yeniden gözden geçirmek zorunda bırakıyor. ABD tarafından yapılan tek yanlı müdahale ve düzenlemeler, NATO ülkelerinden özellikle Türkiye’nin millî menfaatleriyle çelişmeye başladı. İttifak ülkelerinden çok ABD temelli politikalar, Türkiye’yi farklı iç ve dış sorunlarla karşı karşıya getirmiş oldu. Afganistan, Suriye ve Irak’a yönelik olarak başlatılan işgal ve saldırılar ile Türkiye içindeki etnik hareketlilik bu sorunlardan bazılarını meydana getirir. Türkiye’nin daha önceki misyonu, kendisine ve bölgeye yönelen Sovyet tehdidine karşı bir savunma seti oluşturmakken, bu sefer Türkiye’ye biçilen rol, bölge ülkelerinden kaynaklanan “sözde” tehditlere (güya dünya barışını tehdit eden terörizm ve nükleer enerji çalışmalarına, aslında ise ABD, İngiltere ve İsrail’in çıkarlarına ters düşen herşeye) karşı yardımcı olmak ve bölge ülkelerine örnek gösterilmektir…
ABD ve NATO’yu en iyi tarif eden cümlelerden biri “Bu küçük gezegende ancak bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur. (Göney, 1994:14)” diyen Ratzel’in bu jeopolitik görüşü olsa gerek…
***
Şimdi gelelim NATO’nun modern varlık sebebi ve pek sevdiği yeni planlarına:
“Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika” şeklinde ifade edilen coğrafyaları duymayan kalmadı..Bunun belirlenmiş sınırları var mı? “Ortadoğu” şeklinde ifade edilen bölgenin içine sokulan ülkeler ve bu bölgenin coğrafî sınırları, dünyanın ve bölgenin şartlarına ve ülkelerin bölgeye bakış açılarına bağlı olarak sürekli değişme göstermiştir. Bir tanıma göre; Orta Doğu, Güney Batı Asya'da tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu bir bölgedir. Arap ülkeleriyle Arap olmayan üç ülkenin (Türkiye, İran ve İsrail) oluşturduğu alandır. Bu bölge “Yakın Doğu” olarak da adlandırılır. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri; Azerbaycan, Türkiye, Suriye, Irak, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Suudi Arabistan, BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Umman, Kuveyt, Bahreyn ve Yemen'dir. Prof.Dr. Ramazan ÖZEY, bölgenin isimlendirilmesi ve sınırları meselesinde konuya başka bir açıdan, tarihî coğrafya açısından yaklaşmaya çalışmıştır. ÖZEY’e göre; Batılı ülkeler, 16.yüzyıldan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerinden faydalanmak için yeni yollar aramaya başladılar. Bulunan yollar ise, çok uzak ve oldukça zahmetliydi. Buna karşılık en kestirme yollar ise, Osmanlı topraklarından geçmekteydi. ÖZEY, İngilizler’in seyahatleri sırasında, Hindistan ve Çin ülkelerine “Uzakdoğu” adının verdiklerini; diğer taraftan Osmanlı ülkelerine yakınlıkları sebebiyle de bu ülkelere “Yakındoğu” adının verildiğini belirtir (Özey, 1996:2). 1889 yılında Süveyş Kanalı’nın açılıp hizmete konulmasıyla gerek mesafe ve gerekse bölge ve ülkelerin önemlerinde değişmeler yaşanmaya başlandı. İngilizler, yeni hedef belirlemeleri yapmak için bölgeye “Ortadoğu (The Middle East)” adını verdiler (Özey, 1996:2). 1939 yılına kadar dar ve kapalı bir anlam taşıyan Ortadoğu (Middle East) deyimi; bundan sonra İngiltere hükümetinin resmî kaynaklarında kullanılmaya başlanmıştır. Ortadoğu ülkelerini oluşturan 24 ülkeden Malta, Libya, Sudan, Eritre, Habeşistan ve Somali daha sonra bölge sınırları dışına çıkarılmıştır. Bununla birlikte Afganistan, Pakistan ve bazı Kafkasya ülkelerinin de Ortadoğu bölgesine alındığı ifade edilmektedir (ag, 1996:2)
***
Bu isimlendirme ve musemmaların arkasında Siyonizm vardır. Zira onlara göre "Ortadoğu denilen bölge aslında jeopolitik olarak dünyanın merkezidir. Yahudiler dünyanın merkezini ele geçirerek, Sion tepesinde dünyanın Kâbe'sini inşa ederek, Ortadoğu üzerinden bütün dünyaya egemen olmak istemektedir" Yahudilerin geçmişte İngiliz İmparatorluğu’nu kullanmaları gibi günümüzde de ABD'yi kullandığı doğrudur. Bununla birlikte ABD'nin kendi politikalarını yok saymamız da mümkün değildir. Bugün ABD’yi Ortadoğu’ya getiren ana sebeplerden biri, hiç şüphesiz ki petroldür. Çünkü, Dünya petrol rezervinin %60’ından fazlası bu bölgede yer almaktadır
***
Şah döneminde ABD’nin İran’a, İran-Irak Savaşı (1980-1988) sırasında ise Irak’a destek verdiği unutulmamalı… Kendi piyonlarından Saddam, Mübarek ve Fahd’ı nasıl harcadığı da hatırlanmalı… Bunu şunun için söylüyorum:
Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası baskı ve tehditleri bizi bedeller ödemeye ve NATO’ya girmeye mecbur etmişti. Çünkü asıl sorun ve ağır bedeller üyelikten sonra başlamıştı. 1954 yılından itibaren, Amerika’nın NATO çatısı altında Türkiye sınırları içinde üs kurmasına ve asker bulundurmasına izin verildi, ama 1960’lı yıllarda bu üslerin sayısı 100′ü geçmişti! Türkiye NATO için büyük fedakârlıklar yaparken ABD ve AB üyesi müttefiklerimiz ülke olarak sanayileşip kalkınmamıza katkı sağlamadıkları gibi demokrasimizin güçlenmesine de destek olmadılar, hatta ellerinden geldiğince köstek oldular. Amerika tek güç oldu ve NATO düşmansız kaldı. Yapılan konsept değişikliğiyle NATO’nun yeni düşmanı İslam ve Müslümanlar oldu.
“İslamofobia” ve “İslami terör” terimini uydurup üreten ve bu iğrençliği dünyaya pompalayan da yine bizzat ABD ve NATO’dur.
NATO tatbikatlarında komünizmi temsilen kullanılan düşman kırmızı işaret yerine; 11 Eylül kumpasından sonra, yerine düşman olarak, İslam’ı temsilen yeşil rengi kullanılmaya başlandı. Yani, asırlar boyu İslam’ın bayraktarlığını yapan Türkiye’nin, NATO üyeliği devam ettiği halde hedef ülke kapsamına alınması bu planın bir parçasıdır.
Bugün, ABD ve AB’nin İran ve Türkiye’yi baskı altına alarak diz çöktürtmek istemesinin asıl sebebi İran ve Türkiye’nin İslam dünyasına yeniden öncülük etmeye ve Müslümanları uyandırmaya yönelmesidir. İşte bu hengâmede terör örgütlerinin ABD tarafından silahlandırılıp desteklenmesi ve krizler icat ederek karşı politikalarla İran ve Türkiye’nin çaresiz bırakılmak istenmesi, Batı emperyalizminin yeni konseptinin gereğidir. NATO üyesi olan Türkiye bugün, müttefiklerinin baskısı ve tehdidi ile karşı karşıyadır. Bunun asıl sebebi, Türkiye’nin, % 98’i Müslüman bir İslam ülkesi olmasıdır. Çünkü AB bir Hristiyan kulübü ve NATO bir Haçlı Ordusudur; bunu açıkça söyleyen de bizzat ABD başkanının kendisidir.
NATO’da Türkiye karşıtlığının bir skandala dönüşmesi tesadüfü bir gelişme değildir. NATO’da ilk Cumhurbaşkanımız Atatürk ve son Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın resimleri düşman liderler olarak hedefe konması, hakaret ve aşağılamanın ötesinde NATO’nun ve Batı emperyalizminin Türkiye’ye bakışının bir sonucudur. Dahası; terör örgütleri aynı zamanda NATO üyesi de olan müttefiklerimiz tarafından korunmakta ve yönlendirilmektedir. Hatta bazı tehditler ise müttefik ülkeler tarafından da yapılmaktadır. Fransa Cumhurbaşkanı’nın son kertede sarfettiği sözler sadece küstahça değil, aynı zamanda NATO’nun gizli ajandasıdır da..
Yani; artık kendi ayaklarımız üzerinde durmanın zamanı geldi, geçiyor.