10 Nisan’daki Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu ciddi bir yapısal sarsıntıyla neticelendi.
Her ne kadar Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yüzde 28’le sıralamada birinci geldiyse de sağdan ve soldan “sistem-karşıtı” adayların oy oranları yüzde 60 bandına tırmandı.
Sistem karşıtlığının Fransa özelinde zamanın ruhuna uygun lügati karşılığı “egemenlikçilik”.
Nedir egemenlikçilik?
Tarihsel “ulus” kategorisinin – kavramın içerebileceği çeşitli sağ ve sol tefsirleriyle birlikte – her tür uluslar üstü yapının aşkın hiyerarşisinin üzerinde yer almasını istemektir.
“Ulus”u nesnel ve öznel hususiyetleriyle canlandıran bütün norm, kural, kurum ve unsurların – ki bunların başını “halk” çeker – özgür tasarruf haklarına kast edecek herhangi bir müdahaleyi dışlama iradesidir.
Dahası, ulusun kendi kendine yetebilirlik pratiğini tatbik etmesidir.”
Buna göre sağ-egemenlikçi Marine Le Pen yüzde 24, sol-egemenlikçi Jean-Luc Mélenchon 22, ırkçı Eric Zemmour 7, komünist Fabien Roussel 2,5, cumhuriyetçi-milliyetçi Nicolas Dupont-Aignan 2, troçkist adaylar ise toplamda 1,5 aldılar.
Fransız siyasetinde bir dönemin “tekel” partilerinin gösterdiği adaylar ise dağıldı. Merkez-sağda Valérie Pécresse 4,5, merkez-solda Anne Hidalgo 2, Yeşiller’de ise Yannick Jadot 4,5 oranlarına ulaşabildiler.
Böylesi bir tablonun bendeki ilk çağrışımı “derinliğini tarihten, topraktan, emekten ve kültürden alan bir Fransa’nın yükselttiği demokratik çığlık” oldu.
Gerçekten de sandıkta barışçıl, muteber ve fakat bir o kadar da öfkeli bir isyanın izleri tezahür etti. Nitekim 24 Nisan’daki ikinci tur öncesi ülkeye – ve hatta en titiz anketlere – hâkim olan belirsizlik hâli bundan mülhem.
Macron yararına 53/47’den 51/49’a uzanan ancak daima istatistiksel hata payı marjlarında (+/- 2 ve 2,5 puan) sıkışan bir anketler silsilesiyle karşı karşıyayız.
Hâl böyle olunca, “Le Pen” soyadı tarihte ilk defa iktidar kapılarına bu denli yaklaşmış oluyor.
Fransız seçmeninin söylediği: Ulusal egemenlik, sosyal devlet, demokratik katılım
Fransa’da “sistem” karşıtlarının atılım gerçekleştirdiği yadsınamaz.
Ne var ki söz konusu karşıtlığın parlattığı ve bir “anti” tutum olmanın ötesinde bağrında taşıdığı bir pozitif değerler manzumesi var. Bunlar “ulusal egemenlik”, “sosyal devlet” ve “demokratik katılım” değerleri.
Fransız seçmenin neredeyse üçte ikisi – ister sağ isterse de sol sürümlerine oy vermiş olsun – bu üçlüyü kendi perspektifiyle siyasallaştıran seçeneklere yöneldi.
Ben, teşekkül eden bu kütlenin “egemenlikçi blok” şeklinde tanımlanabileceği görüşündeyim.
Her şeye rağmen “blok” kavramına bir nüans getirmek lazım.
Homojen, kaynaşmış ve çelişkilerini çözümlemiş bir “kitle”den bahsetmek mümkün değil. Dahası, sağ/sol antagonizmasını kimi zaman bulanıklaştıran ortak değerlerin öne çıkması, bu antagonizmanın geçerliliğinden kaybettiği manasını taşımıyor. Nitekim Mélenchon ve Roussel gibi sol adaylar seçim gecesi yaptıkları açıklamalarda seçmenlerine “ikinci turda Le Pen’e tek bir oy dahi gitmemesi” için telkinde bulundular.
Ancak bu, “kitle” gerçekliğinde ne kadar yankı bulacak yahut bulacak mı, onu göreceğiz.
Kesin olan şu ki, Fransa’da geniş bir toplumsal taban, günlük ekmek kavgasında devlet tarafından “yalnız bırakılmış” olmayı hazmedemiyor. Salgın, hayat pahalılığı ve ufuktaki kıtlık riski, seçmendeki “egemenlikçi” refleksleri “tetikleyen” ortak etmenler sayılabilir.
Fransız halkının alt-orta sınıfsal dokusunun kahir ekseriyeti küreselleşmenin ve neo-liberalizmin yıkıcı dev dalgalarına karşı bir “sığınak” arıyor.
Bu “sığınağa” ise seçmenin görüşüne göre ancak – ki “egemenlikçi” bloktaki çatallaşma tam da bu evrede başlıyor – ya sağdaki ya da soldaki temsilciyle ulaşılıyor.
Velhasıl bu pencereden bakıldığında sağ ve sol egemenlikçilik, “çalışan” ve fakat “kazanamayan” ortalama vatandaşın demokratik isyanının kılıfına bürünüyor.
Ekmek kavgasını ulusallaştırmaya/kültürelleştirmeye yatkın olan ahali (burada “göç” meselesine dair bakışın da pekiştiği paylaşılmalı) sağ-egemenlikçiliğin gölgesine koşuyor. Aynı kavgayı bilinçli olarak yahut “üstünkörü” bir tarzda sınıfsallaştırmaya yüz tutan kesim ise sol-egemenlikçilikle cevap veriyor.
Aslında cepheye göre değişen “paylaşılan değerler” değil, bu değerlerin gerek şekil gerekse muhteviyattaki “yorumları”.
Oysa Fransa, kâğıt üzerinde karşıt görünen uçların arasındaki geçirgenliğin diğer ülkelere göre çok yoğun yaşandığı/yaşanabildiği bir ülke. Bilhassa 19’uncu yüzyılın ortalarından 1940’lı yılların sonlarına değin bu minvalde verilebilecek sayısız örnek mevcut; hem “entelijansiya” tabakasında hem de isimsiz “kitle” tabakasında…
Dolayısıyla Fransa’da sağın ve solun en uzak mesafeli zirvelerindeki nesnel ayrılığın tabanda her zaman aynı katı tonlarda cereyan etmediği ülkenin hususî “siyasî kültür tarihi”nde sabit.
Bu tespit yapılmazsa, Macron-Le Pen yarışında ikinci turun kendine has dinamikleri doğru okunamaz ve anlamlandırılamaz.
“Sistem karşıtı” veya “egemenlikçi” oy Fransa’da – birer “koruma”/“korunma” araçları olarak – işlevsel bir “ulus” fikrinin rehabilitasyonunu, destekleyici bir “sosyal devlet” pratiğinin keskinleştirilmesini ve “demokratik katılım” ilkesinin karar alma mekanizmalarında fiilleştirilmesini istiyor. Doğrusu, mevzubahis araçlar ister sağ isterse sol yorumlu olsun, “egemenlikçi” karakterdeki oyun bizzat çekirdeğidir.
Dallanıp budaklandıktan sonra farklı yönlere evrilse de çatlayan çekirdeğin aynı olması hasebiyle iki kutup arasındaki “cılız” veya “yüklü” geçişler egemenlikçi oy davranışına pekâlâ içkin addedilebilir – hele ki Fransa bağlamında.
Basit aritmetik hesapların kapsayamayacağı bu veriler ışığında seçmenin ilk turda söylediği, ikinci turda “söyleyebileceklerini” de bir bakıma dolaylı yoldan fısıldamış oluyor.
Macron ve Le Pen: Seçimlerde kim neyi başardı, neyi başaramadı?
Emmanuel Macron, Rusya-Ukrayna savaşı bahanesiyle bilfiil seçim kampanyası yürütmedi. Öte yandan sosyal medyada ve özellikle de diplomasi trafiğindeki görünürlüğüyle “sorumlu Devlet Başkanı” imgesini maharetle işledi.
Fransız seçmenin asgarî üçte birlik bölümü nezdinde Macron’un varlığı dahi “aşırı-sağ tehdit”e karşı bir “güvence” – hatta belki “tek” güvence. Öyle ki, yaklaşık son 1 yıl içinde yapılan hiçbir ankette Macron ilk sırayı rakiplerine kaptırmadı.
Macron’un seçmene teklif edeceği (veya ettiği) yeni bir hikâye yok ve muhtemelen olmayacak. Macron kılını dahi kıpırdatmadan, sıfır kampanyayla ikinci tura kaldı. Bu da yetmedi, yine küçük parmağını dahi oynatmadan, birinci turun akşamında merkez-sağın ve merkez-solun tam ve pazarlıksız desteğini elde etti.
Bu kadar düşük maliyet ve enerjiyle bu kadar yüksek bir siyasî edinim temin etmek her babayiğidin harcı değil elbette. Neresinden bakarsak bakalım, büyük başarı.
Aslında bundan sonrası için Macron’un – nihaî zaferin eşiğinde – tek yapması gereken rakibinden ve halktan gelecek hücumları göğsünde yumuşatmak ve durumu “idare etmek”. Ne var ki Macron’un birinci tur ertesindeki ilk günlerde sergilediği performans bir “bocalama” hâlinin yerleşebileceği intibaını uyandırıyor.
Le Pen seçimin başında ırkçı Eric Zemmour’un adaylığıyla darbe almış, yüzde 15-16 bandına kadar gerilemişti. Ancak ilk aşamada başına çöken bir lânet imiş gibiyse de zamanla Zemmour’un Le Pen için adeta bir lütuf olduğu anlaşıldı.
Zemmour, söylemlerinde öylesine aşırıya gitti ki Le Pen’in uzun, çok uzun yıllardır güttüğü “merkeze kayma/oturma” stratejisi için gün doğdu. Le Pen de ayağına kadar gelen fırsatı tepmedi ve profesyonelce kullandı.
Zemmour “kimlik” ve “medeniyet” ikilisine endeksli tek-yönlü, radikal bir kampanya pusulası belleyince, Le Pen önünde açılan alanı “alım gücü” temasını irdeleyerek doldurdu.
Gerçekten de Le Pen’in “kimlik” vb. konularda deyim yerindeyse “rüştünü ispat etme” gereksinimi bulunmuyordu. “Le Pen” soyadı bu sahada yıllar içinde zaten yeterince markalaşmış vaziyette. Hâl böyleyken Le Pen halkın ekonomik umutlarına nasıl cevap vereceğiyle ilgili yol haritasını kurgulamayı yeğledi.
Le Pen’in bir kesitte hapsolduğu yüzde 15-16’lik döngüden kurtulup tekrar 20’lerin yolunu bulması bu sayede olabildi.
Zira doğruya doğru, Fransız halkının önceliği ekonominin onarılması. İlaveten ve belki de en önemlisi, Fransa’da “savunmasızların hamiliğini üstlenecek ‘pederşahi’ devlet anlayışı”nın pratik bir gerçeklik olduğu kadar “aşağıdan” yükselen bir “beklenti” olduğu saptaması da kaydedilmeli.
1789 İhtilali Fransa’da öylesine kuvvetli ve kuşatıcı bir sosyal kırılma iklimi tesis etti ki, etkileri hâlâ diriliğini muhafaza ediyor.
Fransa’da “zenginlik” de “zengin” de sevilmez. Hele ki “zenginlere kol kanat gerenler” hiç sevilmezler. Bu kalıplaşmış davranış kodu, ekonomik daralma anlarında iyiden iyiye kesici bir mahiyet kazanır. Macron’a ve Macron’un şahsında neo-liberal politikalar dizgisine seçimdeki en büyük meydan okuma işte bu “gelenek”tir (ve idi).
Mélenchon’un gördüğü rağbet ve teveccüh – bünyesinde topladığı muazzam Arap ve Müslüman oy kümesi tecrit edilirse – biraz da bu zaviyeden izah edilebilir.
Macron ilk günden bu yana zihinlerde finans çevrelerinin, büyük sermayenin, patronların, tuzu kuruların, geçim derdi nedir bilmeyenlerin Cumhurbaşkanı olarak yer etti. Dahası, birbiri ardına zincirleşen ekonomi kaynaklı krizlerin tamamında varlıklı sınıfların ve imtiyazlıların haklarını gözettiği hissiyatı yaygın.
Bir öfkeden, tahammülsüzlükten ve bıkkınlıktan bahsedilebilir. Ve bu güçlü duygular cümbüşü ikinci turdaki ibreyi nispeten “kararsızlaştırıyor”.
İbre kimden yana?
İkinci turda Macron’un stratejisi üç eksenli (sosyal-demokratik, ekolojik ve “İslami”) bir “açılım siyaseti” izlemekten ibaret olacak. Le Pen ise Zemmour’un provokasyona dayalı genel tutumunun yardımıyla tahkim ettiği “merkez” konumunu zedelemeden egemenlikçi bloğun hassasiyetlerinden hareketle bir yaklaşım örecektir.
Macron artık deneyimli ancak halktan kopuk. Sarı Yelekliler’in eylemselliğini birinci elden kaşıyan ve şiddetlendiren Macron’du. Salgın sürerken “aşılanmayı reddedenleri canından bezdireceğim” diyen ve bu doğrultuda kamuda personel kıyımına giden de kendisiydi. Yine Rusya-Ukrayna savaşı gerekçesiyle seçim sahnesinden adeta “buharlaşan/ışınlanan” ve hiçbir tartışmaya dahil olmaya “tenezzül” bile etmeyen aynı Macron’du.
Son kertede mevcut Cumhurbaşkanı’nın elinde kalan son dayanak, Fransız siyasetinin bir klasiği olan “aşırı sağa karşı cumhuriyetçi cephe” argümanı.
Le Pen’in “iktidar tecrübesi noksanlığı” en büyük handikabı. Dahası, “iktidar sorumluluğunu kaldırabilir mi?” sorusu da başının üzerinde Demokles’in kılıcı misali sallanıyor. Her ne kadar Le Pen 2017 seçimlerine kıyasla edasında gözle görülür bir “ifade olgunluğu” kazandıysa da “iktidar olma koşullarındaki yeterlilik” babındaki hamlığı aşamamış görünüyor.
Gerçekten de “iktidar olmak” nihayetinde bir “merkezleşme” meselesidir. “Merkezleşme” de özünde bir diyalog, elastikiyet ve pragmatizm meselesidir. Ve egemenlikçi blokta bile basiretli bir “merkez” fikri vardır.
Le Pen artık “aşırı/radikal” etiketli bir sağdan ziyade, “ulusal tonu baskın bir merkez-sağ” profili andırsa da metamorfozun salt “andırma” merhalesinde kaldığı belli.
Başörtüsünün kamusal alanlardan topyekûn yasaklanmasından Almanya’yla ikili ilişkileri yeniden tanımlamaya kadar “mutedil” bir aklın henüz kampanya aşamasında bile sindirmekte güçlük çekeceği “vaatler” tedavülde bırakılıyor örneğin. Yapısal siyaset, diplomasi ve “iktidar sınanmasını hafife almak” gibi başlıklar, Marine Le Pen’in “merkez” iddiasının yumuşak karnını teşkil ediyor.
Macron, Le Pen’i “kimlik” dairesinde kışkırtacak ve muhtemelen eski “aşırı” güdülerini serbest bırakmaya zorlayacaktır. Keza Le Pen’in diplomasideki pozisyonu da deşilmeye fevkalade müsait. Bu, Macron için en kolay ve en zahmetsiz hesap.
Le Pen’in ise – normal şartlarda – Macron’u ekonomik düzleme çekmesi ve burada bir bilek güreşine yönlendirmesi (zorlaması) beklenir. İlk turda Mélenchon’a akın eden “sosyal öfke” oyunu doğru kavrar, üzerine gider ve mevcut ekonomi-politiğini “emek” unsuru lehine dengeleyebilirse – diğer dezavantajlarına karşın – ciddi bir artı sağlar.
Seçim bir maraton, evet.
Fakat bugün Macron önde ve Fransa’nın 2022 yılında – eğer büyük bir “skandal” yahut “iletişim faciası” olmazsa – bir “Trump anı” yaşama şansını şimdilik pek az görüyorum.
Öte yandan Macron seçilse (veya “seçildiğinde”) bile bunun “kani” bir tercihin değil, tercihsizliğin “zoraki” ağırlığıyla olacağı unutulmamalı.
Fransa’nın önündeki gelecek
10 Nisan’da oy kullanan Fransız halkının yüzde 60’a yakını sistem karşıtlığında veya egemenlikçilikte buluştu. Yüzde 26 kadar bir kalabalık ise sandığa dahi gitmedi.
Bu manzara – bizzat Batı standartlarına göre – krizdeki bir liberal demokrasiye tutulmuş aynadır.
Dahası, aynı manzara bize Fransa’nın– tarihte defaten olduğu gibi – bugün yine, yeniden Avrupa’nın çehresini değiştirebilecek bir “siyasi devrimciliğin” fideliği pozisyonunu özümsediğini naklediyor.
Açılması muhtemel bu yeni “devrimci damar yolu” içinde akan kanın rengini şimdilik kestirebilmek güç.
Ancak Avrupa’da vuku bulacak bir değişimde Fransa’nın “ana üslerden biri” olacağı şimdiden aşikâr.