Bugün dünya siyasetini birinci elden yoğuran ana dinamik şüphesiz ki "egemenlikler jeopolitiği" gerçekliğinde saklıdır.
Kovid-19 salgının küresel planda yarattığı etkiler ve bunların siyasî izdüşümleri mevzubahis nesnelliği tüm çıplaklığıyla tasdik etmektedir. Sadece "aşı siyasetleri" gündemine bakıldığında dahi hâlihazırda yürüyen egemenlik güreşinden ibret almak mümkün.
Çok değil, bundan yalnızca 5-10 sene sonra dünyada çok şiddetli bir "doğal kaynaklara erişim yarışı" zuhur edecektir.
"Doğal kaynaklar" toplamından kastım elbette petrol veya doğalgaz değildir. Ya nedir? Verimli topraktır, nitelikli ve sürdürülebilir gıdadır, içilebilir temiz sudur.
Üstelik söz konusu yarışın kendi mantıksal yasaları olacak ve bu yasalar yeryüzündeki bütün ulusların üzerine çökecektir.
Pandemiden şimdiye değin en az hasarla çıkan (veya en hızlı toparlanan) devletlerin ortak hususiyetleri esasen reel kapitale, bilime ve teknolojiye eşzamanlı hükmetme kabiliyetleri ile ulusal organizasyon yetenekleriydi.
Dahası, "kendi" ilaç endüstrisini (mülkiyet hakları "çok-uluslu" nitelikleri haiz şirket markalarına ait olsa da markaların dalgalandırdıkları veya gölgesine sığındıkları "ulusal" bayraklar bu noktada belirleyicidir) kuran, "kendi" bilim insanlarını yetiştiren, "kendi" teknolojik araçlarını üreten ve tüm bu bileşenlerden doğan "kendi" siyasî gücünü doğru örgütleyebilen devletler diğer devletlere kıyasla daha çevik bir tarzda toparlanma yoluna girebildiler.
"Kendi" demek, egemenlik demektir. "Kendi" demek, egemenliğin pratikleşmesi ve fiilleşmesidir. Bir şey "kendinizin" ise şayet, orada tasarruf hakkı bütünüyle sizde demektir.
Hâl böyleyken aslında devletler arasında egemenlik prensibini en iyi özümseyip en iyi tatbik edenlerin en atik davranışı sergilemesi normaldir.
Normal olmayan durum ise karşısında "normal"i görüp ondan gelecek adına ders almayı reddetmektir.
"Doğal kaynaklara erişim" yarışının fitili ateşlendiği an hazırlıklarını bugünlerden itibaren düzenleyenler güçlerini pekiştirebilecek ve çağın meydan okumalarına layıkıyla göğüs gerebilecek, diğerleri ise fevkalade derinden sarsılacaktır.
Dosdoğru bir şekilde işaretlemek gerekirse, bahsi geçen "düzenlemeler" ancak ve ancak ulusların "kendi" ulusal bağlamlarında alınacak bir inisiyatifle icra edilebilecektir.
Günümüzde sıklıkla tekrarlanan klasik formülün tersine "ekoloji" levhası her şeyden önce yerel-ulusal bir zeminde mevzilenir.
Sol-liberalizmin Greta Thunberg benzeri şahsiyetlere sözcülüğünü tevdi ettiği ve Birleşmiş Milletler üzerinden caka sattığı "küresel ekotopya" hülyasının arkada (sahada) kaynatılan yepyeni ve taptaze sömürü kazanlarını beslemekten başka bir işlev görmeyeceği bellidir.
Ekolojik dönüşüm (hatta "devrim") gereksinimini ve doğal kaynaklara erişimde eşitsizliğin önümüzdeki yıllarda katlanarak artacağı çıkarsamasını tamamıyla kabul etmekle birlikte, sol-liberal paradigmanın tesis etmeye çalıştığı katı hiyerarşik modelin ulusların egemenliğini patlatmaya yönelik geliştiğini saptamak mühimdir.
Küresel siyaseti "doğa insandan üstündür" şiarıyla nüfuz altına almak, bir bakıma "ekoloji kılıfıyla ulusları çiğneyen beynelmilel diktayı ve dahi totalitarizmi meşrulaştırmak" için bir araç sayılabilecektir.
Yapılması gereken doğa-insan ilişkilerinde sarsılan dengeyi düzelterek yeniden tanımlamaktır. Dengeyi şu veya bu kutbun mutlak tahakkümünde aramak ise dengesizliğin devamını istemekten ötesini ifade etmez.
Kısacası "kendi" ekolojik devrimlerini bugün "kendi" elleriyle yapmayan uluslar, büyük olasılıkla yakın bir gelecekte "ekoloji süslü" doğal kaynaklara erişim yarışı (burada artık "kavgası" diyebiliriz) kapsamında nice bedeller ödemek zorunda bırakılacaktır.
Türkiye özelinde bu başlığa dair ne yazık ki çok ciddi bir bilinç bulanıklığı (bazen de noksanlığı) var.
Son günlerde Marmara Denizi'nden gelen yürek dağlayıcı görüntüler, Salda Gölü'nün etrafının bir dizi lüzumsuz "yaşam" (!) alanlarıyla donatılması projeleri, ülkenin bilumum bölgelerinde vuku bulan doğal tahribat, ormansızlaştırılma, aşırı kuraklık, erozyon, hava kirliliği, kötü atık yönetimi, nehirlerin ve göllerin buharlaşma seviyesine gelmesi, vahşi hayvanların avlanılması, bazı yerel ekosistemlerin yanlış tarım tekniklerinden ötürü çökmesi, tarım ve hayvancılıkta gerileme, arsız tüketim alışkanlıkları, dizginlerinden boşanmış kentleşme vb. veriler bu tespiti destekler kıvamdadır.
Türkiye'deki ekolojik krizin asıl sebebinin maksimum kâr saplantısı ile ulus idrakinin doğa ve doğal kaynaklara olan bağlarının kopmaya yüz tutması olduğunu düşünüyorum.
"Ekoloji" kavramının ev, mesken ve hatta aile anlamına gelen "oikos" kelimesinden türetilmiş oluşu son derece manidardır. Hâl böyleyken "kendi" evimize, "kendi" ailemize, dolayısıyla da "kendi" ulusumuza sahip çıkmamak hangi samimi vatansever, hangi samimi milliyetçi ve hangi samimi muhafazakâr için bir seçenek olabilir ki?
Bugüne kadar betondan bir ulus açtığı görülmemiştir fakat toprak yeryüzünden onlarca, yüzlerce farklı ulus fışkırtmıştır.
İlaveten her ulusun doğaya ve doğal kaynaklarına bakışı farklıdır. Farklıdır zira her ulus belli bir medeniyetin mirasçısı, belli bir kültürün ürünü ve belli bir kimliğin sahibidir.
Bu denli karmaşık ve heterojen bir insanlık ailesini tek-tipleştirerek ekolojik buhrana her yerde her zaman geçerli olacak devalar önermek ve bunların faydalı olacağına inanmak en hafif tabirle hayalperestlik değilse nedir?
Açıkçası Türkiye artık nüfus taşıran "mega" kentleri, gri diyarları ve ülkenin çıkarlarına hizmet etmeyen "ne pahasına olursa olsun kalkınmacılık" yöntemiyle hem bugününü hem de yarınını kaybetmek üzeredir.
Mevcut seyir değişmezse Türkiye'nin Kovid-19 salgını sürecinde yaşadığı sıkıntıları misliyle ve daha çetin bir tarzda doğal kaynaklara erişim yarışında da yaşaması kuvvetle muhtemeldir.
Günümüz "aşı siyasetleri"nden çok daha keskin, yıpratıcı ve saldırgan bir "hayatta kalma içgüdüsü"nü tetikleyecek olan bu yarışta Türkiye'nin olası "sözde ekolojist emperyalizm"e karşı şimdiden tedbir alması icap eder.
Kendi zaviyemden birkaç öneriyi kabaca da olsa sıralamak isterim.
Birinci olarak verimli toprak-nitelikli gıda üretimi-içilebilir temiz su üçgeninin çekirdeği, toplum-ekonomi-savunma üçgeninin ise kabuğu oluşturduğu bir "ulusal güvenlik strateji belgesi" tasarlanıp derhal uygulamaya konulmalıdır.
Amaç ulusun sürdürülebilir temelde "kendi" gıdasını ve suyunu herkese yetecek bir şekilde temin etmek kadar "kendi" kaynaklarını koruma altına almak olmalıdır. Gıda ve su güvenliği başlıklarında oluşabilecek tehditlerin (savaş, toplu göç vb.) bertaraf edilmesi adına ilgili mercilerin iş birliği önem kazanacaktır.
İkinci olarak "mega" kentlerimizin birer "mutlak merkez" pozisyonundan kademeli olarak çıkartılmalı ve "metropol" hayatına alternatif bir "periferik iskân politikası" planlamasına geçilmelidir.
Tarımı, tarıma bağlı sanayii, hayvancılığı, teknik eğitimi, eko-turizmi ve yenilenebilir enerjiyi birbirine entegre bir biçimde ihya edecek bir kurgu stratejiktir.
Geçmişte "Tarım-Kentler", "Köy-Kentler" vb. projeler yeterince iyi değerlendirilemedi. Bu tip projelere hâlâ burun kıvıranlar olsa da vaktiyle dikkate alınmayan bu projelerin güncellenmiş versiyonlarını sahiplenebilecek yeni bir kentli sosyoloji yerleşmiştir. En büyük avantaj ise bu "kentli" sosyolojinin kent hayatından sıyrılmak istemesidir.
Ulusal siyaset dünyamız için düşünmeye bundan daha belirgin bir teşvik olabilir mi?
Üçüncü olarak yeni bir doğa-ulus-insan pedagojisiyle kavranan "ulusal üretim, ulusal tüketim" anlayışının toplumun bütün kademelerinde en erken yaşlardan itibaren öğrenilmesine ve öğretilmesine seferber olmak lazım gelmektedir.
Nihayet dördüncü ve son olarak ise ülkedeki bütün geniş doğal alanların (ormanlar, kıyılar vs.) devletin aktif korumasına alınması ve gelecek nesillerin istifadesine sunulmak üzere uzunca bir süreliğine imara kapatılması olabilir.
Özetle, yeşildeki egemenliğinizi şimdiden ilân etmek ve ekolojiye dair gerçekçi bir ulusal bakış geliştirmek yarının neo-emperyal varyantlarına bugünden set çekip direnmektir.
Türkiye'deki bütün etkin siyasî partilerin üzerinde hususen kafa yorması ve zaman harcaması gereken bu çok-boyutlu mesele ivedi, uzun vadeli ve ağdalı bir vizyon serdedilmesini hak ediyor.