Merkezinde "iklim değişikliği" temasının yer aldığı "ekolojik dönüşüm" sürecini bütün dünya önümüzdeki yıllarda sertçe hissedecek.
Söz konusu sürecin en şiddetli tezahürlerini ise ne yazık ki -diğer çoğu başlıkta olduğu gibi- mazlum uluslar yani uluslararası Kapital sisteminde üretici kutupta yer al(a)mayan uluslar tecrübe edecek.
Gerçekten de Kapital'e bir şekilde hükmedebilen "süper-güçler" âleminde bahsini ettiğim dönüşümün izleyeceği seyir üzerinde asgarî bir mutabakat oluştu bile.
Başka bir deyişle insanlığın ufkunda bu defa "yeşil kapitalizmler" şablonunun yanı sıra artık buna bağlı olarak gelişecek "yeşil emperyalizmler" safhasına da giriş yapmış bulunuyoruz.
Ben bu dönüşümün "geçişini" yönetmeye aday merkezleri monolitik bir tarzda "yapay medeniyetin öncüleri" şeklinde telakki ediyorum.
Şüphesiz ki "geçişi yönetmek" demek, aslında "geçiş"e ilişkin peydahlanacak yeni devasa pazarlar demektir.
"Paylaşım" yakın anlayacağınız.
Nitekim kapitalizmin başına "yeşil" sıfatı gelmesi de bu sebeptendir.
Aslında değişen hiçbir şey olmayacak.
"Kalkınma", "büyüme", "gelişim", "maksimum kâr" vb. yasalar tam kapasite işlemeye/işletilmeye devam edecek ve fakat yeni "pazarlar" artık kirli fosil-yakıt kaynaklarına hâkimiyetle değil, daha "temiz" ve "inovatif" hammadde kaynaklarına erişim kabiliyetine göre tetiklenecek.
Yeşil kapitalizm talebi birinci elden yoğururken, talebin karşılanması vazifesi ise yeşil emperyalizme düşecek elbette.
Bilhassa Amerikan, Çin ve Avrupa havzalarında (ve bağlı pazarlarda) faaliyet gösteren kâğıt üzerinde "çok-uluslu" niteliği haiz şirketler şimdiden dönüşüme ve geçişe dair ulusal yönlendirmelere kilitlenmiş vaziyette.
Özetle yoksul uluslar daha da yoksullaşacak, plütokratik/emperyalist ağlar ise zenginliklerine zenginlik katacak.
Bu esnada bizim ihtiyacımız olan, Türkiye'nin kendi öncelikli stratejik güvenliği açısından muhtaç olduğu ekolojik "devrim" (dönüşüm değil!) ise kesinlikle göz ardı edilmemeli.
Dedim ya, yeşil kapitalizm (ve yeşil emperyalizm) "ekolojik dönüşüm" levhasında yeni, kalıcı ve radikal bir paradigma değişikliği önermiyor.
Tam aksine, sınırlı kaynaklarla sınırsız büyümeyi (buna "kalkınmayı" ve/veya "kârı" da diyebiliriz) hedeflemek suretiyle gerek gezegenin gerekse ulusların haklarına tecavüz etmeye devam ediyor, edecek.
Tek fark, tüm bunları çevreyi geçmişe nazara bir miktar daha az "kirleterek" yapacak olmasıdır ki, açıkçası bu bile tartışmalıdır.
Tartışmalıdır zira "eskiye göre daha az kirleten" ürünlerin nicel planda daha fazla üretilmesi belli bir vadede kirletme oranını eşitleyecek, nitel üstünlüğü silip süpürecektir.
Bu sebepten dolayıdır ki uluslararası kurum ve kuruluşların, magazinsel şahsiyetlerin ve etrafa sahte iyilik tomurcukları saçan bilumum zevatın şatafatlı "ekotopya" tasvirlerine kanmamak lazımdır.
Vadedilen yeşil, "yapay" bir yeşildir: Fosil-yakıt lobilerinin yerini muhtelif hammadde lobilerinin aldığı bir düzlemdir.
Hâlbuki bütün bu "sürdürülebilir kalkınma" zırvalıklarının uzun vadede duvara toslayacağı şimdiden o kadar aşikâr ki…
Hedef "ne pahasına olursa olsun kalkınma" olarak kaldığı müddetçe "yeşil" sadece basit bir renktir.
Ana çerçevenin dokusunu "kâr" motivasyonu teşkil ettikçe biyo-çeşitliliğimiz azalacak, çölleşme artacak, ormansızlaşma yaygınlaşacak, nehirler lağım şebekeleriyle birleşecek, denizler salya saçacak ve elbette uluslar çözülecektir.
"Uluslar nereden çıktı şimdi?" diye sormayın.
"Ulus" bahsi günümüzde her şeyin gelip düğümlendiği "an"dır.
Ulusal yaşamı (insan yaşamıyla birlikte) mümkün kılan birincil ve yegâne unsur en temel (ve en yaşamsal) doğal kaynaklardır.
Daha sade, daha doğrudan bir ifadeyle içilebilir temiz sudur, verimli topraktır ve nitelikli (güvenilir) gıdadır.
Derinlere inersek bir ulusal kültürü ayağa kaldıran da çoğunlukla ortak doğal manzaralar etrafında nakşedilen hissiyattır, bazen dağlardan ovalara bazen de bir çiçekten bir hayvana değin örülen "mistik"tir, ruhaniyettir.
Bunların olmadığı veya temin edilemediği koşullarda hiçbir insan topluluğu dolayısıyla da hiçbir ulus barınmaz, barınamaz.
Dahası, yeni bir "kavimler göçü" başlar.
Derken, kendimizi en vahşi ve teknolojik savaşları en ilksel ihtiyaçlarımız uğruna verirken bulabiliriz ki, en iyimser senaryolarda bile bu savaşlara ileri tarihin kavşaklarından birinde denk gelmemiz yüksek bir ihtimaldir.
Makaleyi istatistiklere boğmadan dolambaçsız bir üslûpla izah edelim:
Temiz su kaynakları azalırken temiz suya olan talep artıyor, verimli toprak azalırken ekim yapılabilecek toprağa olan talep artıyor ve nihayet nitelikli-güvenilir gıda üretim oranı baş aşağıya çakılırken (kimyasal gübreleme/yemleme, tarım ilaçları vb.) bu tip gıdaya olan talep artıyor.
Türkiye ise yükselen talep ile azalan (veya en iyi ihtimalle durağan kalan) arzın kesiştiği, hatta çakıştığı ve çatışmaya yüz tuttuğu ana coğrafyada mevzileniyor!
Mesele hidrokarbondan Lityum'a, Grafit'e ve diğer alternatif hammaddelere geçiş değil.
Mesele birtakım "renk" düzenlemeleri de değil.
Mesele şu: Sınırsız kâr eksenli "kalkınmacılık" modeli, bu modelle bağdaşık bir çizgi izleyen tüketim eğilimleri ve bu eğilimler manzumesinin doğurduğu toplum (toplumsal yaşayış ve yerleşim) formatı değişmezse dünya çok da uzak olmayan bir gelecekte ya su-gıda ikilisi için birbirini boğazlayacak ya da bütünüyle yapaylığa teslim olacak (tek-tipleştirilmiş laboratuvar çıkışlı yapay beslenme, yepyeni hastalıklar, salgınlar, sosyal büzüşmeler, sermaye tahakkümleri ve hatta türedi "ilâhlar" vb.).
Kıskaca alınmak istemiyorsak eğer, o hâlde doğa-toplum-insan üçlüsünden mülhem ulusal bedene şimdiden şifâsını vermeliyiz.
Özgün bir modele erişebilmeliyiz; özüne tarihî kimliğimizin, geleneklerimizin, inançlarımızın, ulusal mizacımızın ve gelecek umutlarımızın tohumlarının ekildiği, çatlayan tohumların evrensele doğru dallanıp budaklandığı bir modele...
Ulus-devletler uzunca bir süre agresif "kalkınmacı" dürtülerin lokomotifi oldu, bu bir hakikat.
2021 yılı itibariyle ise aynı ulusal yapılar (ulusal akım, düşünce ve pratiklerle birlikte) "kadim" kalkınmacılık perdesinin ardındaki yeni eko-materyalist taşkınlıkla mücadele edebilecek tek referans değer ve tek gerçekçi "birim"dir.
"Post-ulusal" siyasal bir yere varmayacağı gibi ancak yeşil kapitalizmi güçlendirecektir.
Diğer yandan ulusal damarın kendi mukavemet kudretini pekiştirmek adına özeleştiri süzgecinden geçirilmiş yeni ve tutarlı bir anlatı kurgulamak zorunda olduğu da açıktır.
Hülâsâ, organik ulusal yaşam seçeneğinin inşası bugün yalnızca yapay medeniyete karşı katı fizikî bir pozisyonu belirtmekten ibaret sanılmamalıdır.
Söz konusu seçenek aynı zamanda uluslar ile uluslar bünyesindeki insanlığın ruhî ve tinsel ihtiyaçlarının tatmin edilmesi noktasında bir manalar demeti ete kemiğe büründürecektir.
Türkiye özelinde manevî direncin ve zoraki ithal "ekolojik dönüşüm" programlarının panzehri ulus-merkezli ekolojik devrimin taşıyıcılarından biri olarak "doğa-ulus-insan pedagojisi"nin kademeli açılımlarını yazı dizisinin devamında irdelemeyi umuyorum.