Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın geçtiğimiz günlerde İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi'nin açılış töreni münasebetiyle yaptığı konuşmadaki "fikrî iktidarımızı tesis edemedik" minvalindeki çıkışı çokça konuşuldu.
Aslında Sayın Cumhurbaşkanı bu levhaya bundan önce de değinmiş, benzer tespitlerini kamuoyuyla paylaşmıştı. Ne var ki o dönemde toplumsal yankı dolgunlaşamamış ve devamı gelmeyen tartışma akim kalmıştı.
Kendi payıma "kültürel iktidar/kültürel hegemonya" kavramlarıyla da özdeşleştirebileceğimiz söz konusu arayışı ulusal ölçekte önemsemekle birlikte, girizgâhın yanlış temeller üzerine bina edilme ihtimaline istinaden ciddi bazı rezervlerim var.
Dahası, böylesi bir atılım hakikaten olacaksa şayet o hâlde bunun açılımlarını en baştan doğru tayin etmek gerekir.
Evvelâ bir gerçeği bütün yalınlığıyla ortaya koyalım: "Kültür" (dolayısıyla da "fikir") 21'inci yüzyılın dünyasında artık tek başına edebiyattan, sanattan, velhâsıl estetikten yahut dil, din ve inançtan mülhem bir olgu değildir.
Bu aslında sadece yaşadığımız zamanın parametrelerine göre değil, bence en azından sanayi devriminden beri böyledir.
Bugün kültür ve hem kültürden fışkıran hem de bağrından fışkırdığı kültürü yenileyen, yeniden inşa eden fikirler silsilesi öncelikle hâkim ekonomik anlayışın, daha doğrusu üretim ilişkilerinin doğal bir uzantısı ve yakıcı bir yansımasıdır.
Nitekim günümüzde beynelmilel kapitalist paradigmaya içkin değerlerin birinci elden yoğurduğu bir küresel düzende, tek-tipleşmeye fevkalade yatkın ve "dünya küçük bir köy oldu" şiarıyla yönlendirilen bir sözde "evrensel" kültürün dallanıp budaklanması ve bu yönüyle yeryüzündeki herkese neredeyse "dayatılması" bu sebeptendir.
Pratiğin somuttaki izdüşümü bu olunca, "kültür" faktörü iki boyutlu bir çehreye bürünüyor: Bir tarafta "egemenlik aracı" işlevi gören kültür, diğer tarafta ise "direnme aracı" vasıtasına evirilen kültür.
Tam bu noktada can alıcı bir not düşmek mecburiyetindeyiz: Egemen kültür, üretim ilişkilerinin belirli bir yorumundan süzüldüğü içindir ki, sizin teklif ettiğiniz veya etmek istediğiniz "alternatif", "yeni" kültür üretim ilişkilerine teması yadsıyorsa salt bir "direniş vasıtası" olmaktan asla kurtulamaması kuvvetle muhtemeldir.
Zira üretim ilişkileri zaten belli bir hayat tarzını -düşünme de dâhil- ifade eder ve bu da tedricen oluşur.
Esasa değinmekten imtina etmek bu anlamda "direne direne mahkûm olma" tehlikesini, "direne direne tükenme" tehdidini de su yüzüne taşıyabilecektir.
Hâlbuki "direniş" aşamasını geçmeye başlamak ve gözlerimizi "kurmaya" kilitlemek artık zorunlu ve tamamen vatanî bir vazifeye dönüşmüştür.
Doğrusu, bendeniz son 1 yıldır aralıklarla beslemeye gayret ettiğim ve yapıcı bir kitlesel münazaraya zemin vermesi için uğraştığım Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü'nü (EDİT) bu doğrultuda kurgulamıştım.
Şimdiye dek 4 farklı makaleyle örgülediğim ve sürdürmeyi umduğum EDİT yazı dizisiyle birlikte, doğum sancıları çeken yeni dünyanın ufku ve Türkiye'de sosyo-politik değişimin ışığında kapitalist tahakkümden nasıl kurtulabileceğimize dair kendi imkânlarım dâhilinde bir beyin jimnastiği yaptım.
Türkiye'ye has bir "ulusal hissedarlık sistemi" şeklinde özetleyebileceğim EDİT gerçekte Türk milliyetçiliğinin çağımızdaki ekonomi-politiğini güncellemek maksadına matuftu ve hâlâ da öyledir.
Milliyetçi-muhafazakâr cenahın önde gelen ve faal figürlerinden -en azından özelde- olumlu geri dönüşler aldım almasına ancak günlük siyasetin uçsuz-bucaksız "partici" ve belki de "mahalleci" dehlizlerinde kaybolmanın dayanılmaz hafifliğinden olacak herhalde, fazla katkı alamadım.
Peki, bunu neden anlatıyorum?
2 Ekim tarihinde Foreign Affairs dergisinde "Capitalism After the Pandemic" başlıklı bir makale yayımlandı. Hatta makaleyi CRI Türkçe editörlerinden Gökhun Göçmen de haberleştirdi ve paylaştı.
Makale özetle benim EDİT'le "kapitalizme karşı sosyal doktrin" anlayışıyla derinlemesine nakışladığım emek-devlet-işletmeci üçgenindeki kâr ortaklığına benzeyen bir "çözüm" sürümünü pandemi sonrasındaki dünyayı (kapitalizmi) "ıslah" ve "ihya" etmek adına Kaliforniya yereli özelinde üstünkörü bir tarz ve tabii ki baskın bir liberal sosla takdim etmeyi uygun görmüş. Dileyenler açıp okuyabilirler.
Hâl böyle olunca, insan hem seviniyor hem de üzülüyor.
Seviniyor, çünkü demek ki kapitalizmin göbeğindeki entelijansiya gayrı-insanî koşullarla bezeli mevcut üretim ilişkilerinin eşitsizlikleri artık tahammül sınırlarını aşan mertebelere ulaştırdığını idrâk ediyor. Ve demek ki birincil teşhislerimiz, çıkarsamalarımız doğrudur.
Dahası, üretim ilişkilerindeki bir kopuşun beraberinde kesin olarak bir kültürel hegemonya kaybını getireceğini de biliyor.
Başka bir deyişle olayların bu seyri değişmediği takdirde kendi kültür egemenliğinin veya "fikrî iktidarının" avuçlarından kaçıracağının çok farkında!
Üzülüyor, çünkü bu kıvamdaki bir fikir polemiği ülkemizde söz konusu makalenin yayım tarihinden yaklaşık 9 ay öncesinden itibaren muhtelif zaman aralıklarında icra edilmiş olmasına karşın aydınlar katmanımızda dahi hakkıyla masaya yatırılmamıştır.
Bu sadece benim şahsî yaşanmışlığımın örneğidir. Bilemediğimiz, duyamadığımız, okuyamadığımız bunun gibi daha kaç tanesi vardır, kim bilir?
Genel olarak diyeceğim odur ki, fikrî iktidarın yahut kültürel hegemonyanın tesisi particiliğin dar kalıplarına hapsedilmemelidir ve hapsedilemez.
Bizde ise gerek iktidar gerekse de muhalefette bu alışkanlık ne yazık ki hâlâ oldukça hissedilirdir.
Ek olarak bunu yalnızca bugünle bağlantılı olarak değil, dünü ve yarını da kuşatır bir yaklaşımla belirtiyorum.
"Kültürel hegemonya" gerçekliğini kavramsallaştıranın Antonio Gramsci olduğu herkesçe bilinir. Gramsci, kaba hatlarıyla ve bir cümleye sığdırmak gerekirse, hegemonyanın ete kemiğe bürünmesi için ülkenin çeşitli sosyal kuvvetlerinin -altyapı/üstyapı uyumunda- bir "tarihsel blok" yükseltmeleri gerektiğini söyler.
Aslında "tarihsel blok" adındaki nokta atışı hususen Gramsci'ye ait olsa da kavramın düşünsel kökleri Georges Sorel'in "mitler" algısına yaslanır. Sorel, en bilinen eseri olan Şiddet Üzerine Düşünceler'de şöyle yazar:
Büyük sosyal hareketlere katılanlar yaklaşan eylemlerini daima çatışma imgeleriyle tahayyül ederler. Amaçlarının bu çatışmalardan muzaffer ayrılacağına inanırlar. Bu zihinsel ürünlerin adına "mitler" demeyi teklif ettim. (…) Bu vesileyle söz konusu imgeler grubunu kendi içinde unsurlara bölmek yerine bütüncül olarak, tarihsel kuvvetler şeklinde tahlil etmemiz gerektiğini göstermeyi istedim.
Gramsci'nin bu noktadan hareketle verdiği "tarihsel blok", çeşitli sosyal kuvvetlerin (sınıfların, buna "iktidar bloğu" da deniliyor) üretim ilişkilerini kültürel düzlemde yeniden ve en önemlisi kendi tasarrufunda üretebilecek kabiliyete eriştiği tarihsel âna denk düşer.
Her ne kadar Gramsci'nin kültür bahsini "iktidarın kaynağı" olarak addetmesine tam anlamıyla katılmasam da bunun yöneten-yönetilen ilişkisinde inkâr edilemeyecek bir güce hükmettiği görüşündeyim.
Velhâsıl bugün Türkiye özelinde esas olan (belki de olması lazım gelen) muhteviyatının ne olduğu çokça meçhul mevcut kültürel iktidardan sıyrılıp yeni bir kültürel iktidarı filizlendirmekse eğer, o zaman her şeyden önce iktidar bloğunu ve bu bloğun sosyal zeminini yeniden tanımlamak zarurîdir.
Sayın Cumhurbaşkanı'nın kendi açısından yaptığı "fikrî anlamda iktidar olamadık" özeleştirisinin bu anlamda iki sebebi olabilir:
18 yıla yakındır süregelen siyasal iktidarın uzun bir kesitinin ekonomik iktidarın tahkimine ayrılması ile "kültürel" alanın boşlanması yahut zararlı yapılara bırakılması, ikincisi de yıllar içinde kaydedilen ve bugün iyice billurlaşan sosyolojik dönüşüm ile bu dönüşümün siyasal amaçlarının doğru anlamlandırılamaması.
Birincisi, zararı ayyuka çıkan yapılar şükür ki kademeli olarak tasfiye edildi (ve ediliyor) ancak iş, yerlerini doldurmaya gelince bu bir türlü başarılamıyor.
İkincisi ve belki dikkati en çok çekeni ise tecrübe edilen sosyolojik dönüşümle birlikte bugün artık iktidarı talep eden yeni sınıfların oluşudur: Şehirli mülksüzler sınıfları yani eskiden "orta direk" iken bugün alt-orta gelir grubuna gerileyenler ile nam-ı diğer "prekarya".
Üstelik söz konusu bu sınıfların "ulusallaşma" yani üretim ilişkilerini kendi lehine yeniden tanzim etme ve dolayısıyla da mülkiyete erişme amaçları vardır ki, hem bunları en iyi kullanmaya açık mecra milliyetçiliktir (ulusçuluk, vatanseverlik, yurtseverlik vb. sağ/sol bütün bileşenleriyle birlikte) hem de bu böyle olduğu için bu kesimlerin sosyal bir dava güden milliyetçiliğe eğilimi ekseriyetle kendiliğindendir, tabiîdir.
Burada ufak bir kişisel parantez daha açmış olayım: EDİT de bu tepetaklak oluşa bir mana kazandırmak ve diğer pek çoğunun yanında alt-orta gelir ile prekaryanın ulusallaşma mücadelesine bir taşıyıcı sütun arz etmeye ilişkin bir isteğin dışavurumuydu/dışavurumudur.
Hülâsâ, resmedilen bu genel-kavrayıcı manzara aslında içinde bulunulan ve bütün dünya sathında cereyan eden küreselci/ulus-devletçi çekişmesiyle ve bu çekişmenin sosyal dinamikleriyle de bilfiil ahenklidir, bağdaşıktır.
Derdimi bir çırpıda özetlemek için şunu söyleyebilirim: "Fikrî iktidar" inşasının ilk evresi kaçınılmaz olarak bir sınıflar arası uzlaşıdan, sosyal kuvvetlerin yeni bir mutabakatından geçecektir/geçer.
Böylesi bir mutabakat demek, sınıfların bağırlarındaki özgün tezlerin de etkileşimi demektir. Dahası, değişimin öznesi konumundaki bünyenin ve aktörün değer üretiminde öncelediği başlıkların öncelenmesidir.
"Tarihsel blok" yani başarılı bir kültürel hegemonya ancak böyle vücuda getirilir.
Türkiye'de 17'inci yüzyıldan 20'inci yüzyıla değin yaşanan gerilemeyi durduran, 1920'lerde devleti kuran ve dahi günümüzde bir defa daha varlık mücadelesinin önünü çeken refleksin adı milliyetçiliktir.
Beğenilsin yahut beğenilmesin ve adına ister "millilik", ister "yerlilik" diyelim, isterse de diğer terminolojik varyantları yahut "ideolojik" etiketleriyle adlandıralım zamanın ruhu son kertede milliyetçidir.
Kanımca bugün Türkiye'ye, Türkiye'nin bu asırdaki geleceğine ve çoğunluğun henüz bütün ihtişamıyla siyasallaştıramadığı sosyal beklentilerine yapılacak en büyük iyilik, "particiliklerden" bağımsız olarak bu ruha bulanmış entelektüellerin böylesi bir "damar yolunu" açmalarına imkân vermektir.
Hiçbir karşılığı kalmayan sağ/sol vb. Soğuk Savaş kalıntısı tasniflere girmeksizin, partili veya partisiz ancak her halükârda bu toprakların meselelerine bu topraklardan bakabilen, ne Batıcı ne de Doğucu olup fikrî yarışa girdiği derttaşlarıyla "Türkiyecilik" ortak paydasında buluşmayı onur sayan ve geçmişe takılmak yerine bugünü yarının penceresinden ele almayı seçen düşünce insanlarının çalışmalarına hak ettikleri ilgi layıkıyla gösterilsin, kâfidir.
Gerisini getirecek cevherin bu ülkeden hiç eksilmediğine kesinlikle inanıyorum.