Abraham Maslow’un 1943 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) menşeili Psychological Review dergisinde yayımlanan “A Theory of Human Motivation” (İnsan Motivasyonu Kuramı) başlıklı makalesinde serdettiği piramidal “ihtiyaçlar hiyerarşisinin” alabildiğine siyasallaştığı bir çağı idrak ediyoruz.
Maslow’a göre insanın nefes almak, karnını doyurmak, su içmek, uyumak vb. fizyolojik ihtiyaçları söz konusu piramidin en alttaki birinci katmanını teşkil eder.
Sonraki katmanlarda ise sırasıyla güvenlik, aidiyet, saygınlık ve “kendini gerçekleştirme” ihtiyaçları yer alır.
Söz konusu tasvire göre ihtiyaçlar arasında hiyerarşik yani alt-üst ilişkisi mantığıyla bezeli bir işleyiş vardır.
Başka bir deyişle, insan bir üst katmanlara ancak önceki katmanlardaki ihtiyaçlarını doyurduktan sonra yönelebilecektir.
Hâl böyle olunca açlığa ve dahi susuzluğa mahkum edilmiş insanın can, mal/mülk ve aile güvenliğini önceleyemeyeceği, bir aidiyet duygusu geliştiremeyeceği, saygınlık edinemeyeceği veya sosyal terfi imkanlarından istifade edemeyeceği ve nihayetinde kendisini gerçekleştiremeyeceği aşikardır.
Geleneksel kapitalist anlatının yaklaşık 75-80 yıldır titizlikle nakşettiği yalancı bolluk kurgusunun başlangıçta ve çok kısa bir süreliğine ihtiva ettiği gerçekliğin son 10-15 yıldır tedricen zayıfladığı, son Kovid-19 salgınının yarattığı evrensel tahribatla ise kökten sarsıldığı yadsınamaz.
Varılan noktada bugün insanlığın büyük bir bölümü, liberal “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düsturundan aldığı ilhamla küresel kapitalizmin yıkıcılığının ödettiği ağır bedeller sonunda temel ihtiyaçlarını layıkıyla, olması gerektiği gibi tatmin edebilmekten bütünüyle mahrum bırakılmış vaziyettedir.
Açlığın, yokluğun, yoksulluğun, sefaletin dört nala koştuğu, mülksüzlüğün ve dolayısıyla da tutsaklığın kitleselleştiği, tekelleşen büyük sermayenin doğal bir izdüşümü olarak kaynaklara erişimin kısıtlandığı ve imtiyaz addedildiği, viran evlerin yani sağlıksız ve yıkık-dökük barınma koşullarının gitgide genelleştiği bir tarihsel evrenin bağrındayız.
19'ncu yüzyılda ilan edilen sanayi çağının zuhuruyla uyumlu olarak örülen kapitalist üretim ilişkilerinin ışığında özellikle Batı’da müthiş bir “proleterleşme” vuku bulmuştu, buluyordu.
21'nci yüzyılda ise artık ahtapotlaşmış kapitalist örgünün şahikasında muazzam bir “prekaryalaşma” cereyan ediyor.
Guy Standing’in cilaladığı ve fakat aynı zamanda horladığı ve “tehlikeli” olarak yaftaladığı “prekarya” kavramı (İngilizcede “precarious” yani “güvencesiz” ve proletarya yani “emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan/işçi” sözcüklerinin bir birleşiminden türetilmiştir) mütemadiyen bir belirsizlik içinde yaşayan yeni bir sınıf olgusunu mühürler.
Prekarya; gündelik, geçici, esnek, güvencesiz ve geleceksiz işlerde – kısacası kapsamlı bir sosyal çürüme bağlamında bulabildiği herhangi bir işte çalışmak suretiyle hayatta kalmak için çabalayan insanlar topluluğunu işaretliyor.
İster yeni mezun üniversiteli bir genç, ister emekli bir aile babası, isterse de ev ekonomisine katkı sunmaya çalışan bir kadın olsun – fark etmiyor.
Hem kapitalizmin membaı olan Batı’da hem de Batı’nın yörüngesinde dönüp duran budala tipolojiye denk “periferik” vasıflı ülkelerde artık birçoğumuz prekaryayız, prekarya sınıfına dahiliz.
Mevzubahis sınıfsal konumlanma beraberinde hepimizin – farklı derecelerde de olsa – tecrübe ettiği aynı çile ve ıstırapları her gün yine, yeniden ısıtıp önümüze koyuyor.
Artık tasarruf yapıl(a)mıyor. Kazandığımızın neredeyse tamamını gıdaya ve ev giderlerine tahsis etmek mecburiyetindeyiz.
Sahip olduğumuzu sandıklarımız aslında bizim değil, bankaların. Zira uzun, çok uzun vadeli krediler ödüyoruz.
Borcu borçla kapatmaya alıştık; artık ay başında hesabımıza yatan maaşın önemli bir kısmını çekmiyor, onu kredi kartı borçlarımızı azaltmak için kullanıyoruz.
Geri kalanı su, elektrik, kira vb. kalemlere ayrılıyor. Çocuğun okul masrafları, giyim-kuşam derken artık emekli de olamıyoruz.
30-40 yıl boyunca dökülen alın terini soğutmaya fırsat bulamıyor, sil baştan yeniden iş arıyor ve bulursak çalışıyoruz.
Bugünlerde üniversite diplomalarının bir kağıt parçasının ötesinde bir değeri haiz değil.
Ahbap-çavuş ilişkilerinizi işletemiyorsanız, torpiliniz yoksa en iyi ihtimalle bir nevî “ebedî stajyer” hüviyetine teslim olarak bahtınızın bir gün açılması için beklemeye geçiyorsunuz.
Dahası, bu durum “meslekî öğrenim” ve “meslek şuuru” gibi iktisadî hayatta her işin doğru ve iyi yapılmasını, disiplinle yapılmasını köstekliyor.
Girdiğimiz işin mahiyetinin önemi yitiyor. İçinde kalıcı olmadığımız, kalıcı olmayacağını bildiğimiz bir işe nasıl kendimizi verebiliriz ki?
İlaveten yaptığımız hiçbir işte emeğimizin tam karşılığını al(a)mayacağımızı, mücadelemizin semeresini gör(e)meyeceğimizin çokça farkındayız.
Karın tokluğuna çalışmak üzere her açıdan acıklı bir “ne iş olursa yaparım” mertebesine indirgenen kolektif bünyenin benimseyeceği bir iş bölümü şematiğinden kime ne yarar gelebilecektir ki?
De te fabula narratur: Bu anlatılan senin hikâyendir ey insanoğlu!
Yalnızca Türkiye’de değil, kapitalizmin en ileri safhasını vücuda getiren Batı’dan “proto-kapitalist” şeklinde tasnif edebileceğimiz yerkürenin en ücra köşelerine değin, aynı hikaye yazımına muhatap olan herkes bu afetin mağdurudur.
Peki, bu gaddar sistem hangi fikriyatın, hangi ideolojik tasarımın pençesinde can verecektir?
Açların, yoksulların, sefillerin, mülksüzlerin ve yaşama sevinci kursağında bırakılanların kulakları tırmalayıcı sessiz çığlıklarını kimler, nasıl duyacaklar?
Geçtiğimiz günlerde konuk olduğu bir televizyon programında İYİ Parti’li Prof. Dr. Ümit Özdağ benim dikkatimi çeken, çok çarpıcı bir kişisel tahlilini dillendirdi.
Özdağ, şöyle dedi:
Kovid-19 salgınında ulus-devletler son 40 yılda kaybettiklerini 40 günde tekrar kazandılar.
Bu görüşe iştirak etmemek elde değil doğrusu. O kadar yalın, o kadar isabetli bir hakikattir ki bu, dudakları politik doğruculuk diktasınca uçtan uca dikilenler bile onu ikrar etmek için yanıp tutuşacaklardır.
Evet, tarih sahnesine görkemli bir dönüş yaptı ulus-devlet ve ulus-devletin yürütücü kuvveti olan milliyetçilik.
Dolayısıyla her mecrada artık bir tekerleme hâlini alan bir tarzda “ulus-devlet ve milliyetçilik yükseliyor” diyenler sonuna kadar haklılar.
Gerçekten de Kovid-19 musibeti bize liberal-kapitalizmin aşındırmaya ant içtiği ulus-devletin, ulusal egemenliğin, sınırlarının öneminin ve dahi sınır denetiminin belirleyiciliğinin, ulusal üretimin, ulusal dayanışmanın ve bu “ulusal” nitelikli dayanışmanın somut yansıması olan sosyal devletin ne kadar hayatiyet arz ettiğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
Hepsi doğru, hepsi güzel de – milliyetçilerin tarihin akışının önlerine altın tepside sunduğu fırsatlar demetinin tam anlamıyla bilincine varamadıklarını düşünüyorum.
Bazıları değişimin zamana yayılması gerektiğinin altını çizse de ben bu kanaati paylaşmıyorum.
Radikal değişimler “gri” bölgeleri, tereddüdü kaldırmaz. Üstelik bu kıvamdaki değişimler boşanmalar misali tek celsede icra edilmelidir.
Bir bakıma Avrupa ve diğer coğrafyalarda ancak hususen de Türkiye özelinde milliyetçi reflekslerle donanmış irili-ufaklı oluşumların –şahsiyetler bazında istisnalar elbette vardır– zamanın ruhunu ve bu ruhu besleyen toplumsal travmaları, sosyal kördüğümleri ve doğum sancıları çeken yeni dünya düzeninin muhtemel meydan okumalarını maharetle kavrayabildiğinden had safhada şüpheliyim.
Makalenin başında değindiğim gibi 19'ncu yüzyılın seyri ciddi bir proleterleşmeyi tetiklemişti.
Bu yaygın proleterleşme ve kaydedilen eşitsizliklerin dağları aşmasından mülhem sanayileşmenin işaret fişeğinin atılmasından takribî bir asır sonra dünyanın adeta yarısı bir “proleter devrim” deneyimi edinmişti bile!
Başka bir deyişle, proletarya sosyolojik iktidar gücünün aracıları olarak marksistleri görmüş ve hırsını bu perspektifte siyasallaştırmıştı.
Bugünün yani 21'nci yüzyılın lokomotif sınıfı ise vurguladığım üzere prekaryadır.
Nesnel planda prekaryanın talepleri ve çağrısı ise milliyetçiliğin çekirdek teklifiyle ahenk içindedir, doğrudur.
Bu anlamda Marksizmin kaba kolektivist ısrarlarıyla bir çelişki söz konusudur; zira prekaryanın derdi totaliter bir eşitlik tasavvur içinde hayatını idame ettirmek değildir.
Ya nedir peki?
Örneğin çok-uluslu şirketler ile büyük sermayenin dizginlenemez bir kâr ihtirasıyla gasp ettiği mülkiyetin adilâne paylaşımı/dağıtımıdır.
Yeraltındaki şehitleriyle kendiliğinden ortağı olduğu ulusun toprağında hissesinin olmasıdır. Sosyal terfi imkanının tahakkuk etmesidir.
Ulus-devletin vampirleşmiş piyasa aktörlerinin selametini değil, halkın varoluşsal çıkarlarını gözetmesidir mesela.
Keza ekmekte önceliğin aynı ulusa mensup fertlere ve ailelere ait olmasıdır. Ulusun işlerinde doğrudan söz, yönetimde de uygulama hakkına kavuşmasıdır.
Haydi okuyucuyu romanesk cümlelerle sıkmaktan vazgeçip sadede gelelim: Prekarya, ihtiyaçlar hiyerarşisinin birinci kademesinde sıkışıp kalmayı artık reddediyor (veya çok yakında – tabiatı gereği – reddedecektir).
Dahası, piramidin ilk üç merhalesinin artık kendisi için bir “baş ağrısı” kaynağı olmaktan çıkmasını istiyor (veya çok yakında, yine tabiatı gereği, isteyecektir).
Veriler bize prekaryanın hem Türkiye’de hem de dünyanın geri kalanında milliyetçiliğe bir eğilimi olduğunu fısıldıyor.
Ama milliyetçilerde (özellikle de Türk milliyetçilerinde) bu eğilimi somutlaştıracak, bu eğilimden dökülen talepleri siyasallaştıracak istidat hâsıl mıdır?
İşte bu soruya verilecek cevap oldukça can alıcıdır.
Her ne kadar Türk milliyetçilerinde bir dizi münferit uyanış emareleri sezilebilse de geneli itibariyle henüz çok mahmurdur.
Liberal paradigmanın küllerinden yeniden doğmaya yüz tutan milliyetçilik eğer prekaryanın siyasal “öncülüğünü” üstlenemezse veya üstlenmekle çekingen/ürkek davranırsa, 20'nci yüzyılın sersemliğini ve yenilmişliğini üzerinden bir çırpıda atamazsa, o hâlde prekarya kendi alternatifini yine kendi içinden bir çeşit “melez” hareketle çıkarabilir ki, bütün dünya böylesi bir senaryonun ipuçlarını Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemlerinde bizzat müşahede etmiştir.
Bilhassa günümüzde dünya milletlerinin kıpırdanmasına vesile ve tercüman olan milliyetçi hissiyatlar manzumesi ile ona eşlik eden sosyal arayışların kof bir “popülist teknik” eliyle anlamlandırılmasının imkansız olduğunu zannediyorum.
Popülizmin karakteri konjonktürel iken, milliyetçilik tarihsel-entelektüel bir corpus’a yaslanır.
Nitekim mevcut sağ-popülistlerin genel programlarına eğildiğimizde görürüz ki kapitalizmin “beynelmilel” peçesini kaldırıp ona “ulusal” bir elbise giydirmekten başka bir arzuları yoktur.
Hâlbuki yukarıda da resmettiğim gibi prekaryanın itirazları böylesi bir “gizli restorasyon” hamlesini sindirebilecek sığlıkta seyretmiyor.
Bu anlamda “karar anı” geldiğinde prekarya sağ-popülizmlerin maskesini de düşürürse kimse şaşırmasın.
Türkiye’de de söz konusu tekniğe göz kırpan, meyleden yapılar olmasından mütevellit bu uyarıyı yapmanın ahlakî bir sorumluluğu ifade ettiğine kâniyim.
Hülasa, tıpkı 19'ncu yüzyılın proletaryası gibi, prekarya da kendisini bir “ulusal sınıf” olarak tahkim edene değin durmayacak, en azından bu uğurda didinmeyi sürdürecektir.
Milliyetçilik, özüne sadık kalmak suretiyle, vahşi kapitalizmin ve başıboş serbest piyasa ekonomisinin köhnemiş enstrümanlarından medet umarak, dahası eski dünyayı ihya ederek bir yere varamayacaktır.
21'nci yüzyılda milliyetçi davada esas olan eski dünyayı ilga etmek ve sosyal dinamiklerin artık “temel ihtiyaçlar” gibi bir sorunu olmamasını temin edecek özgün bir modeli, üçüncü bir yolu kurmaktır.
Milliyetçiler için şimdi iki opsiyon var: ya hortlağa dönüşeceğiz ya da yalnızca 20’lerindeki zımba gibi bir delikanlının damarlarında fokurdayabilen o ebedî gençlik kazanında kavrulacağız.
Seçim sizin.
Seçim bizim.