İklim krizi tartışılmaz bir gerçektir.
Gerçekliğinden şüphe duymanın mümkün olmadığı bir başka husus ise iklim krizinin gölgesinde ete kemiğe bürünen "doğal kaynaklara erişim jeopoliği" ve onun bağrında taşıdığı "yapay medeniyet" tasavvurlarıdır.
İklim krizi tartışılmaz bir gerçektir.
Gerçekliğinden şüphe duymanın mümkün olmadığı bir başka husus ise iklim krizinin gölgesinde ete kemiğe bürünen "doğal kaynaklara erişim jeopoliği" ve onun bağrında taşıdığı "yapay medeniyet" tasavvurlarıdır.
Aslında "Doğa-ulus-insan pedagojisine giriş" başlıklı yazı dizisinin ana gayesi zincirleşmiş bu gerçekleri teşhis etmekti.
Dahası, temel teşhislerin akabinde Türkiye'mizde eksikliğini şiddetle hissettiğimiz bir "ekolojiye ulus-merkezli bakış"ın en azından pedagojik çekirdeğini oluşturmaktı.
Türkiye'de "ekoloji" levhasının küresel ana akım düzlemindeki "kapitalist çevrecilik" sınırlarını aşabilen tarzda ulus-merkezli siyasî teoriye ihtiyaç vardır.
Zira "kendi" teorimiz olmadıkça hem neyi, nasıl ve niçin tartışacağımızı bilmek imkânsızlaşacak hem de kendi kaderimizi tayin edebilme kabiliyetinden arındırılmış olacağız.
Hâl böyle olunca, "hareketi doğru temelde tasarlayabilmek" adına evvelâ "doğru temelde düşünmek" gereksinimini karşılamak lazım gelir.
Bu yönüyle mevcut yazı dizisi ancak bir "düşünceye davet" denemesinin tezahürü sayılabilir.
21'inci yüzyıl koşullarında öznesi bütün boyutlarıyla 'ulus' varlığı olacak bir ekolojik devrim programı, kapitalist-emperyalist paradigmanın yeni (sözüm ona 'yeşil') taarruz siyasetine karşı tek gerçekçi dayanaktır.
Yedi bölümlük dizinin yörüngesinde dolaştığı saf mana âlemi üstteki formülle özetlenebilir.
Peki, meselenin "madde" dokusu ile günlük ve orta-uzun vadeli somutu üzerine neler söylenebilir? Veya neler söylenmeli?
O kadim kalıpla, lafı dolandırmadan soralım: "Ne yapmalı?"
Öncelik, ulusal "yaşamı" korumaya yönelik tedbirlerdedir.
Ulusal yaşam, endemik yaşamdır.
Üzerinde yaşadığımız toprağa, Türkiye'ye ait herkes ve her şey arasındaki etkileşimler silsilesi "ulusal yaşamı" vücuda getirir.
Yaşamak, canlıların işidir.
Dolayısıyla merkeze yaşayan ulusun paydaşlarını oturtmak zorundayız: Kendi insanımız, kendi hayvanlarımız, kendi bitki örtümüz (ormanlarımız, dağlarımız vb.), kendi böceklerimiz, kendi denizlerimiz (göllerimiz, nehirlerimiz vb.) ve kendi havamız.
Kendi insanımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirmekle mükellefiz.
Nedir bu sorumluluklar?
İç bünyedeki yerleşik demografik dengenin ve dışarıya açılan sınırların titiz muhafazasıdır en başta.
Ardından çalışan, alın teri döken, emek veren herkesin ulusal ekonomik işleyişin ürettiği kârdan hissesine düşeni almasını temin etmektir.
Bilhassa orta-büyük işletmelerde (ister sanayi ister tarım isterse başka sektörlerde olsun) bencil "maksimum kâr" ihtirasının "kârda ulusal hissedarlık" mantığıyla ikame edilmesidir.
"Küçük-orta işletmeler" kültürünün yaygınlaştırılmasıdır.
Sınırlı kaynaklarla sınırsız büyümenin yabancılaşmayla eşanlamlı olduğunu, ebedî bir döngüde "ihtiyaç yanılsaması"na yaslanmış bir tüketim toplumunun aslında bilfiil köleleştirildiğini kavramaktır.
Griye bulanmış taşkın şehirlerden çıkıp doğayla uyumlu yeni bir yerleşim tipine "var olma şansı" tanımaktır.
"Halk sağlığı" konseptini sil baştan düzenlemektir. Beslenme alışkanlıklarını besin dönüşümüyle değiştirmektir.
Hâlihazırdaki "gıda = 'kimyasal', 'genetiği değiştirilmiş' vb. gıda" anlayışını "gıda = organik gıda" anlayışıyla bertaraf etmektir.
Gıda başta olmak üzere temel ihtiyaçlara ilişkin olarak kapsamlı bir "ulusal otarşi" hedefini koymak, küresel tedarik zincirlerine nispetle geliştirilen aşırı bağımlılığı asgarî düzeye çekmektir.
Pazar gücünün üretenlere iadesini sağlamaktır.
Arazide ve bilhassa da verimli tarım alanlarında bulunan arazilerde spekülasyonu yasaklamak, kamuya ait verimli toprakların küçük-orta ölçekli entegre çiftlik işletenlere (işletmek isteyenlere) belli koşullarda uzun vadeli ve ucuza kiralanmasını kolaylaştırmaktır mesela.
Ve elbette kalbinde bizzat "yaşam"ı taşıyan ulusal yeterlilik düzeninin tüm kol ve şubeleriyle güvenlik belgelerine alınmasıdır.
Ya kendi doğamıza karşı sorumluluklarımız?
İnsanı "insan" için terbiye ettiğinizde, insan "doğa" için de terbiye olacaktır.
Ne yazık ki çağdaş "beynelmilel ekotopya" partizanlarının yanıldıkları nokta da burasıdır. Onlar "siyasî antropoloji" sahasındaki metodolojiyi tersinden ele alıyorlar.
Bu sebeple de hem başarısız oluyorlar hem de kötü niyetlerini (yeni veya "yeşil" sömürü eksenli kötü emelleriyle birlikte) açığa vuruyorlar.
İnsanların kendileri de bir ekosistem teşkil ediyorlar. Dahası, söz konusu ekosistem içinde uluslar endemik türleri temsil ediyorlar.
Beynelmilel ekotopya, kapitalizmi sözde "yavaşlatmak" ve sözde "renk değişimine tâbi tutmak" suretiyle "insanın doğa için terbiyesi" argümanıyla ulusları dağıtmanın peşinden koşuyor.
Oysa mazlum ve mağdur uluslar yerine doğa-kırımın baş aktörü pozisyonundaki kapitalizm (ve onun doğurduğu "Evrensel İnsan" kıvamındaki "tüketici-insan" modeli) dağıtılabilirse ve insan önce "insan" için terbiye edilebilirse şayet, o hâlde her ulus kendi doğasına karşı yüklendiği sorumlulukları layıkıyla yerine getirebilecektir.
Bir önceki makalemde kızıl elmayı "ulusların yeterlilik düzenini evrenselleştirmeli" mertebesinde konumlandırmam boşuna değildi. Tam da bunun içindi.
Uluslar kendi içlerinde ve aynı çizgiyi benimsemeye gönüllü diğer uluslarla dayanışmak, aksi çizgide yürüyen ulusları ise dirençle karşılamak mecburiyetindedir. "Ulus-merkezli ekolojik devrim" idrakinin projeksiyonu budur.
Uluslar "kendi" yaşamlarını ve kendi tinlerini keşfetme "cüretini" gösterdikleri anda hakiki ekolojik devrimin işaret fişeği atılmış demektir.
Bu noktadan hareketle artık suya, havaya, ormana, bitki örtüsüne, hayvana, böceğe – hülâsâ doğaya "ne pahasına olursa olsun kalkınma", "maksimum kâr", "çok, hep daha çok!" vb. zaviyelerden değil de "iç içe varlık belirtme" temelinde yaklaşılabilir.
Ancak bu noktadan hareketle tarımsal verimlik ve hayvancılık Agro-business yasalarına göre üretim makinaları olmaktan kopartılıp yaşam yasalarına uygun olarak kurgulanabilir.
Nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bitki ve hayvanların disiplinli bir korumaya alınması, imar politikasının ekolojik planlama dâhilinde sabitlenmesi, israfının engellenmesi ve döngüsel ekonomiye geçilmesi ancak bu "andan" itibaren mümkündür.
Keza hususî bir "kalkınma" zihniyetinden fırlamış olan araç trafiğinin keskin olarak azaltılıp toplu taşımaya ayrılan bütçenin önemli ölçüde artırılması, elektrikli demiryolu ağının genişletilmesi, gerek kamuda gerekse özelde (hem üretim hem de tüketimde) yenilenebilir enerjilere geçişin yönetilmesi de öyledir.
Su kaynaklarının, ormanların ve tarım arazilerinin yanı başındaki herhangi bir sanayi üretiminin menedilmesi, bisiklet ve yürüyüş güzergâhlarının ciddi anlamda yaygınlaştırılması, trafiğe kapalı alanların çoğaltılması ve burada saymakla bitmeyecek diğer tüm önlemler…
Hepsi ama hepsi ulusların bu radikal "kopuş" iradesine bağlıdır.
Hipnoz hâlinin sonu yok.
Bugün doğanın ve insanın özgürlüğü ulusların şuurlu irade kudretinin pençesindedir.