Türkiye yaklaşan doğal kaynaklara erişim jeopolitiğinin yıkıcı etkilerini kendi açısından yumuşatabilmek ve ulusal düzlemdeki yaşamın tamamını muhafaza edebilmek için ulus-merkezli bir ekolojik devrim seçeneğine uzanmak durumundadır.
Bu uğurda yapılacak ilk işlerden bir tanesi boğuculuğu, taşkınlığı, kirliliği, griliği ve bütün boyutlardaki kimliksizliğiyle her geçen gün biraz daha tombullaşan kentlerden kırsala doğru bir "tersine göç" stratejisinin gerekliliğini kavramaktır.
"Tersine göç" süreci gerekli ve fakat tek başına yeterli değildir. Gerçekten de süreç doğru bir temelde ele alınmazsa faydadan çok zarar bile getirebilir.
Başka bir deyişle kırsala (toprağa) dönüş ulusun biyo-çeşitliliğini, endemik türlerini, velhâsıl topyekûn doğal yaşamını korumaya yönelik icra edilmezse herhangi bir "ekolojik" nitelikten bahis açılamayacağı açıktır.
Dahası "göç" ifadesi insanların zihninde çoğunlukla bir zorunluluğun yahut dayatmanın tezahürü şeklinde yorumlanabiliyor.
Hâlbuki Türkiye özelinde toplumdaki kimi eğilimler doğru okunduğu takdirde tersine göçün aslında cebrin yakınından bile geçmeyen bir yöntemle, tümüyle özgür iradeye yaslanarak rahatlıkla kurgulanabileceği görülür.
Mesele, siyasetin doğru çerçeveyi akılcı bir planlama dâhilinde oturtabilmesiyle ilintilidir.
Doğrusu Türkiye'de kırsala kendiliğinden "dönüş" yapmak isteyen bir sosyolojik profilin nüvesi oluşmaya başladı bile ancak siyaset âlemi bu olguyu doğru ölçebilmekten henüz çok uzak.
Söz konusu profilin "kaba" bir tasvirini yapmak mümkün.
25-45 yaş aralığında, genç kadın ve erkeklerden müteşekkil bir küme bu. Çok yüksek bir oranı üniversite tahsili görmüş ve hâlihazırda "beyaz-yaka" kategorisinde yer alıyor.
Büyük kentlerde ikamet ediyorlar. İçine doğdukları aile içerdiği muhtelif katmanlarla bir zamanların meşhur "orta direği".
Dolayısıyla hâlihazırda bir mülk/sermaye birikimleri - her ne kadar bu birikim yıllar içinde durağanlaşmaya veya gerilemeye yüz tutmuşsa da - var denilebilir.
İmkânları dâhilinde dünyayı görmüşler.
Kişisel plandaki ekolojik titizliklerini saptamak zor olsa da ekolojik bilinçleri gelişkin. Öyle ki, "ekoloji" levhası onlar için bilfiil aktivizmi isteklendirebilen sayılı levhalardan.
Yeşili, maviyi, bitkiyi ve hayvanı seviyorlar ki bu günümüzde ne yazık ki "ayırt edici" bir niteliğe dönüştü.
Büyük bir kısmı sağlık-odaklı yaşam tarzını benimsiyor. Temiz havayı ve doğal gıdayı koşulları elverdikçe önemsiyorlar.
Kentlerin keşmekeşliğini terk etmeye (memlekete dönmeye veya yeni arazi bakmaya) hazır ve kendileriyle aynı ilhamı paylaşan sosyal bir çevreye hâkimler.
En yakıcı müşterek yanları ise (benzer nitelikleri haiz diğer beyaz-yakaların aksine) "kırsala yerleşme" fikrine tarım ve veya hayvancılık alanında üretim yapma arzusunun eşlik etmesidir.
Değindiğim hususî "sosyolojik profil nüvesi" kendi belirgin karakterini tam bu noktada açığa vuruyor: Bunlar yerleşik küçük-burjuva yaklaşımıyla "şimdi bahçeli evinde, kırsalda huzur içinde olmak vardı!" diyenleri üretim talepleri ve istekleriyle aşıyorlar.
Böylelikle "kırsala göç" jeneriği "toprağa dönüş" atılımına evriliyor.
Bu tanımlama anlamlıdır zira söz konusu profil her şeye rağmen ülkesinde kalmak isteyen ve bu tercihinde direten (ve direnen), vatanperver çizgide duran ve geleceğini Türkiye'den başka hiçbir yerde görmeyen bir yapıdadır.
Ve ancak böylesi bir yapı toprağın hakkını layıkıyla verebilir.
Aşırı bir "kalabalık"tan konu açılabileceğini zannetmiyorum. Bu zaten doğru olmaz. Fakat Türkiye çapında merkezine doğal tarım ve hayvancılığı konumlandırarak teşkilatlanması icap eden ulus-merkezli ekolojik devrimin "çekirdek" topluluğunu meydana getirebilecek donanıma, kabiliyete ve heyecana vakıf oldukları kanısındayım.
Dahası Türkiye'nin bazı "fay hatlarını" aşkın bir "ulusal mutabakat"ı şahsında ete kemiğe büründüren bir bileşimin izlerine rastlanılabilir.
Başka bir deyişle etnik, dinî, mezhepsel vb. aidiyetler noktasında oldukça heterojen bir doku hâsıl olması sebebiyle küme içinde bu zemindeki çelişkilerin - kaybolmamakla birlikte- yoğunluğundan kaybetmesi olasıdır.
Pratik gözlemlerin ışığında denilebilir ki morfolojik açıdan yukarıda sıralanan paylaşılmış vasıflar dışında "mutlak" veya "dondurulmuş" addedilebilecek herhangi bir kimlik baskınlığı göze çarpmıyor.
Sebebi ise muhtemelen benzerliklerin doğurduğu değerler manzumesinin itici gücünün ayrışma potansiyeli taşıyan değerlerin frenleyici gücüne nispetle üstün gelmesidir.
Özetle kendi hususiyetlerini bünyesinde barındıran monoblok bir "sınıf" henüz vücuda gelmiş değil. Nihai hedefler perspektifinde homojenleşmeye yatkın ancak hâlâ tereddütlü, ihtiyatlı ve kararsız bir kitleyle karşı karşıyayız.
Kararsızlığın çıkış noktasında ise "cesaret" eksikliğinden çok sürecin belirsizliği, meşakkati ve siyasetin ufuk yaratmaktaki vizyonsuzluğuna dair duyulan pasif tepki yatıyor.
Oysa doğru koşullar oluşturulur, doğru fırsatlar parlatılır ve doğru destek verilebilirse, bu "proto-sınıf" doğal kaynaklara erişim jeopolitiğinin damga vuracağı 21'inci yüzyılın ilerleyen safhalarında Türkiye'de ulusal ruhun yeni bahçıvanına dönüşebilir.
21'inci yüzyılda kabuğunu kırıp özgür ve egemen geleceğine kanat çırpmak isteyen ulusun böylesi bir dinamikten istifade etmesi gerektiği kesindir.
Nostaljik imgelerden ve ebedileşmeye oldukça müsait bir döngüdeki "münzevi bekleyiş" romantizminden kurtulmayız.
20'nci yüzyıla ve daha öncelerine ait bildiğimiz, tanıdığımız ve hatta aşina olduğumuz anlamdaki köylülük ile çiftçilik tarih oldu (veya en iyi ihtimalle olmak üzere).
El değmemiş doğal çevrenin içinde ailesiyle toprağı işleyen, gelenek ve değer vasıtası köylülük radikal sanayileşme-kentleşme ikilisinin eliyle yok edildi.
Bütün dünyada ama bilhassa da Türkiye'de bu ulusun köklerini koparmakla, ulusu örselemekle eş anlama geldi.
Esasen 19'uncu yüzyılın ortalarından itibaren siyasal ve modern anlamdaki ulusları yukarıdan Sanayi Devrimleri dinamikleri (burjuvazi ile proletarya) aşağıdan ise bu köylülük şekillendirmişti.
Sanayi ve kentler yarı-totaliter bir kabiliyete erişip köylülüğü öğütmek suretiyle ulusal bağlılıktan tam anlamıyla kopmaya yüz tutunca da ulusun elinden bu defa "eski köylü yeni kentli" yoksullar ile emeğiyle geçinen orta sınıf tuttu.
Dolayısıyla ulusun toprakla olan ilişiği bütünüyle kesilmemişti.
Günümüz bağlamında ise Dijital Devrim ile kol kola geçmiş bir küreselleşme süreci işliyor. Ve kızgın ateşte eritilen orta sınıfın "tortusu" mahiyetindeki prekarya her ne kadar şimdilik ulusu sırtına yüklemeye çalışıyorsa da en nihayetinde "kentli" mecrasından çık(a)mamaktadır.
Kısacası ulusu artık "aşağıdan" yani topraktan gelip destekleyen, besleyen ve "her gün yine, yeniden kuran" dengeleyici bir güç kalmadı.
Tarifini yapmaya çalıştığım bu "proto-sınıf" gerçek manada "sınıflaşabilirse" şayet, o hâlde hem yeni bir dengeye ulaşabilir hem de ulusu tekrardan, bu defa ekolojik bir muhteviyatla inşa etmeyi umabiliriz.
Eski kentli yeni çiftçilik yapay medeniyete karşı organik, standardizasyona karşı yenilikçi, tükettirmeye yönelik üretime karşı tüketime yönelik üretimci; insanı, bitkiyi, böceği ve hayvanı eşzamanlı ve eşgüdümlü kapsayan "yaşam-odaklı" yeni bir ulusal yerleşime (kökleşmeye) öncülük edebilir.
Toprağı, toprakla birlikte beslenmeyi, beslenmeyle birlikte insan bedenini, insan bedeniyle birlikte ise insan zihnini, tinini çürütüyor. Tini çürüyen insanlardan oluşan bir ulusun ise ruh kudretine sahip olması beklenemez.
Oysa mevcut üretim ve tüketim sisteminin dışına çıkmaksızın sunulan iyileştirmeler, tedaviler veya çareler çoğunlukla hükümsüz kalmaya mahkûmdur.
İşin kötüsü, Türkiye'de siyaset maalesef sosyal dinamikleri çok geriden takip ediyor…