Bugünlerde çocuksu bir heyecanla "artık dünyada sağ/sol ayrışması kalmadı, dağılın!" diye çıkışanlara katılmıyorum.
Dünyada "sağ" ve "sol" gibi kavramlar siyaset düzleminde hâlâ bir şeyler ifade ediyor. Doğrusu, mesele daha ziyade bugünkü aşamada mevzubahis kavramların siyasette "her şeyi" kapsamakta kifayetsiz kaldığıyla ilgilidir.
İlaveten, bu kavramların gitgide ikincil bir role büründükleri, bizi çevreleyen nesnel siyasî ortamın gerçekliğini izah noktasında tali bir yola evirildiği gözlemleniyor.
Geleneksel ve başat sağ/sol ayrışmasının yanında ona çoğu zaman eşlik edegelen seküler/mukaddesatçı ve liberteryen/otoriteryen alt-sınıfları da varlıklarını sürdürmekle birlikte kadim baskınlıklarından arındırılmaya yüz tutmaktadır.
Yanlış anlaşılmasın, her biri siyaset biliminde olguları anlamlandırmak noktasında geçerliliklerini koruyorlar. Demek istediğim, güncel sosyo-politik hareketlerin çehrelerini isabetle tasvir edebilmek için yegâne referans araçları olmaktan çıkma eğiliminde olduklarıdır ki, şayet siyaset aynı zamanda bir bilim dalı olacaksa bu kabuk değişimi son derece olağan karşılanmalıdır.
Peki, 2021 yılı itibariyle dünya siyasetine yön veren temel parametre nedir?
Lafı hiç dolandırmadan söyleyeyim: Ulus-devlete ve onun ihtiva ettiği değerler manzumesine nispetle takınılan tavırdır.
"Değerler manzumesi" derken neyi kastediyorum?
Egemenlik prensibini hayatın her alanında uygulama, ait olunan ulusun tarihselliğini kavrama, aynı tarih süzgecinden geçerek millet ve vatandaş olma bilincine kavuşma, hususî kültürünü geliştirerek koruma ve belli sınırlar dâhilinde kimliğinden doğan özgünlüğünü savunma hak ve iradesini kastediyorum.
Serdedilen bu değerlere dair takınılan olumlu veya olumsuz tavır aslında kişinin siyasî konumlanmasını da büyük ölçüde tayin ediyor.
Tavrınız olumluysa ve bu değerlere taraftarsanız eğer, ulus-devletin lehinde safsınız demektir. Zira ulus-devlet bütün bu hakları bilfiil iradeye dökme kudretini benliğinde cisimleştirir. Ayrıca emperyalizmler çağında söz konusu hakların mahfuz tutulması ve zaman içinde iradeye dönüşmesi ancak ve ancak ulus-devletin yaşayışına bağlıdır.
Yok, tavrınız olumsuzsa ve bu değerleri "olmazsa olmaz" koşullar telakki etmiyorsanız, o hâlde ulus-devletin aleyhinde ve bugün küreselleşmecilik veya küreselcilik şeklinde tarif edilen akıma müntesipsinizdir. Zira egemenlik, ulus, millet, vatandaşlık bilinci, kültür ve kimlik gibi başlıkları fuzulî, belki de anakronik sayıyorsunuzdur. Dahası ulus-devletin, bağrında taşıdıklarıyla, dünyanın gidişatında artık "mücadele edilmesi gereken"i simgelediğine kani olmuşsunuzdur.
Dünyadaki ana eksen çatırdaması işte budur. Üstelik burada "gri" alan sıkıntısı ciddidir ve pazarlık marjı yok denecek kadar azdır.
İlginç olan tasarım ise şudur: Eksenin her iki yanında da sağcılar ve solcular, sekülerler ve mukaddesatçılar, libertenyenler ve otoriteryenler var. Nitekim başlarken bu kavramlara ilişkin olarak belirttiğim "ikincil" işlev de böylelikle berraklaşıyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD), Avrupa sathında ve diğer bilumum coğrafyalarda kaydedilen hareketliliklerin ve en önemlisi de siyasî arenalardaki yeniden yapılandırılmaların kaynağını bazen gizliden bazen açıktan bu bilek güreşi teşkil ediyor.
Kuşku yok ki muhatap olunan ikilemi destekleyen, dahası bazı bağlamlarda birinci elden yoğuran bir de sosyal doku, bir sosyolojik altyapı mevcut.
Sovyetler Birliği'nin çözülüşünü müteakip tek-taraflı bir biçimde deklare edilen "neo-liberal zafer" ve akabinde serbest bırakılan dizginsiz küreselleşme dinamiği sayısı yüz milyonlar, hatta milyarlarla ölçülebilecek büyük bir mağdurlar yığını vücuda getirdi. Öyle ki, esasen bu mağdurlar yığınının bir hareketidir tam sönümlenme riskiyle karşı karşıyayken ulus-devletin yeniden keşfedilmesi işi.
Çünkü bu insanlar bir sığınak aramaya mecbur bırakıldılar. Kitleler kendilerini tabiat kanunlarının üstün geldiği tek-tipçi kapitalist paradigmanın yıkıcılığından ve bu paradigmanın kurguladığı içi savaşla dolu "yeni dünya düzeni"nden emin kılacak yegâne kalkan olarak ulus-devleti gördüler ve görüyorlar.
Geçtiğimiz yıldan itibaren deneyimlemeye başladığımız pandemi sürecinin de teyit ve tasdik ettiği bu doğal eğilim yukarıda işaret ettiğim "çatırdama"nın lokomotifidir, öznesidir.
Türkiye'de de benzer ve kendiliğinden bir kümelenmeye rastlamak mümkündür. Ne var ki dünyanın geri kalanında olduğu gibi bizde de bu ayrışma kendi içinde bazı çelişkiler barındırıyor.
Gerçekten de bloklar içinde birlikte davranmaya elverişli mutlak bir ahenge henüz ulaşılamadı. Soyut plandaki mutabakatın somut plana geçtikçe çözülme tehlikesi artıyor. Başka bir deyişle, genel ilkelerde sergilenen ortaklık ruhu tatbikat yöntemlerine geçildiğinde zayıflıyor.
Bu hem ulus-devletçilerin (milliyetçiler, vatanseverler, yurtseverler, ulusçular, ulusalcılar, yerliciler, milliciler vb. etiketleri kapsıyor) hem de küreselleşmecilerin/küreselcilerin (her buuttan) eşitçe mustarip oldukları bir çıkmazdır aslında.
Sarı Yelekliler örneği sıkışmışlık zaviyesinden bakıldığında Fransa özelindeki ulus-devletçiler için fevkalade iyi bir örnektir.
Bünyesinde anarko-sendikalistlerden monarşistlere, milliyetçilerden sosyalistlere ve köktenci Katoliklere varıncaya dek oldukça hacimli ve çeşitli bir eşantiyona sahip olan Sarı Yelekliler her ne kadar bir ara gerçekten de "devrimin kıyısından" dönmüşse de statükoyu sarsmanın ötesinde bir kazanım sağlayamamıştır.
O günlerde Fransa şartlarına özgü bu tipte bir hareketin başarıyla ulaşması için "ya milliyetçiler içlerindeki anarşist çocuğu uyandıracaklar ya da sosyalistler milliyetçileşecekler" diye yazmıştım.
Amacım "başıboş bir kitlesellikten müşterekçe paylaşılan bir amaçlar demetine geçiş" zaruretini vurgulamaktı. Nitekim hareket iç çelişkilerini aşamadı ve bileşenler arasındaki mesafeyi doğru koordine edemedi. Son tahlilde en azından şimdilik sindirilmesi kaçınılmaz oldu.
Aynı telden çalan bir diğer örneği küreselleşmecilerin/küreselcilerin cenahında gördük. Büyük teknoloji şirketlerinin ABD eski Başkanı Donald Trump'ın sosyal medya hesaplarına uyguladığı sansür ve karartma, yine bazı iletişim şirketlerinin dayattığı yeni "gizlilik" sözleşmeleri önemli tepkilere mahal verdi, tartışmalar köpürttü.
Keza önümüzdeki dönemde "demokrasi", "insan hakları" vb. gerçekte "yüksek" ama pratikte "paravan" ideallere ilişkin uluslararası bir dizi zirvenin toplanacağı konuşuluyor.
Bu zirvelere hangi devletler hangi kriterlere göre (örneğin devletlerin lobilere, şirketlere veya kuruluşlara teslimiyeti de bir kriter olacak mı?) davet edilecek, kimler neden ve nasıl dışarıda bırakılacak, bahsi edilen idealler hangi coğrafyalara "lâyık" görülecek ve "dâhili" eleştirmenler olacak mı izleyeceğiz. Ancak bu pilavın daha çok su kaldıracağı açıktır.
Atıf yapılan emperyal ülkelere kıyasla emperyalizme maruz kalan bir ülke olarak Türkiye'de ulus-devlete bağlılığın, adanmışlığın ve deyim yerindeyse "yapışmışlığın" çok daha belirgin seyretmesi icap eder.
Yukarıda Türkiye'deki siyasî manzarada da dünyada cereyan eden eksen değişiminin etkilerinin gitgide daha çok hissedildiğini dolaylı yoldan söylemiştim.
Buna karşın ülkemizde hâlâ pozisyonlar arası bir "geçirgenlik" yürürlüktedir.
Eksenin iki tarafında da kurulan ve belki daha kurulacak olan yeni partiler, genişleyen veya daralan ittifaklar, inşa edilen veya dağılan beraberlikler kesin mevzilenmenin henüz tamamlanmadığına işarettir.
Her şeye rağmen bundan sonrası için cevaplandırılması zorunlu birinci sorunun "ulus-devlet olmak mı, olmamak mı?" olacağı çok nettir.
Bu soruya "olmalı" diyenler, "olmamalı" diyenlere kıyasla geleceğimiz için eskinin düşünsel bakiyesinin ağırlığından daha hızlı bir şekilde kurtulmakla sorumludurlar.
Sağ/sol, seküler/mukaddesatçı ve liberteryen/otoriteryen minvallerindeki çelişkilerin tek çerçevesi "ulus-devlet" olacak şekilde, mümkün olan en yaygın ve hakiki manada demokratik bazda, en kuşatıcı akılla bir siyasî program etrafında iş birliğiyle asgariye çekilmesinden, çözümlenmesinden geçiyor.
Başarılabilirse şayet, yeni asırda Türk ulusunun hem içteki nizamının sağlamlığı hem de dıştaki haysiyetinin sürekliliği açısından en büyük fetih ve en büyük kazanç olur.