Bugün dünyada keskin bir paradigmalar çatışması yaşanıyor.
Bir tarafta 20'nci yüzyılın köhnemiş mirasını aynen devralıp onu 21'nci yüzyıla taşımaya gayret eden küreselcilik, diğer tarafta ise geride bıraktığımız asrın molozlarını ayakları altına alan ve yeni bir dünya şekillendirme iddiasının taşıyıcıları egemenlikçiler var.
En azından son 5-10 yıldır küresel düzende alttan alta kaynayan söz konusu bu ikili mücadele, Kovid-19’la birlikte artık açık cephelerden sevk ve idare edilen bir savaşa evirildi.
Hâlihazırda psikolojik harp stratejisi en önemli silah konumundadır. Yığılmış öylesine katı ve büyük bir kuvvettir ki bu, onu ne mitralyözler ne çelikten tanklar ne de balistik füzeler yenebilir.
Meseleyi olduğu gibi ortaya koyalım: Küreselci cenah kavgasını toplumsal kültür başlıklarındaki keskin dönüşüm ve değişim vaatlerinden hareketle veriyor. Egemenlikçilerin odak noktası ise ulusal/yerli karakterli kurumların, kimliklerin, yaşayış tarzlarının ve bunlara bağlı değerler manzumesinin korunmasını esas alıyor.
Lafı dolandırmanın bir anlamı yok; ben egemenlik prensibinden yana tarafım.
İnsanlığın ekonomisinin yıkımının başat aktörü kapitalizm, bağrındaki liberal düşüncenin kitleleri cezbedici gücünden istifade edebilmek maksadıyla küreselciliğin dışını türlü parlak simlere bulayarak bir çıkış yolu arıyor.
Bu doğrultuda artık “sol” olmayan bir solun ve parçalı azınlıkların önde gelenleri ile toplumların marjlarında akrobasi yapmaktan usanmışları tek bir çatı altında birleştirerek ilerliyor.
Oysa bu bir çeşit “onirizm”dir.
Şüphesiz ki onirizmin ne olduğunu bilmeyen okuyucular olabilir. Onirizm, hem rüya olgularının bir bütünü hem de (ve özellikle) uyanık hâle eşlik eden kimi patolojik kimi ise toksik nitelikli rüya benzeri halüsinasyonlardır.
Sıhhatli bilince ket vuran söz konusu hâlet-i ruhiye insanın uyanıkça idrak etmesi gereken gerçekliğini tersyüz eder, bozar ve onu somut dayanaklardan bütünüyle mahrum bırakılmış zararlı bir rüya âleminin merhametine terk eder.
Küreselciliğin bugün duçâr olduğu ve afyon etkisiyle insanlığa alabildiğine yaymaya çalıştığı zihin dünyasının kaba tasviri işte budur.
İlginçtir, bir zamanlar liberalizm (ilk çıkışında, yani 18'nci yüzyıl Avrupa’sında) çoğunlukla monarşist mutlakıyete ve dahi ekonomik tekelciliğe bir isyan şeklinde tezahür etmişti.
Serüveninin bugünkü evresinde ise “tek evrensel doğrunun hâkimi ve sahibi”ymiş gibi davranıyor. Dahası mülkiyet hakkını elinde bulundurduğunu varsaydığı söz konusu doğruyu herkese dayatmanın peşinden koşuyor.
Tekleşmiş bir dünyada tekleşmiş bir kültür… Tekleşmiş bir tarz-ı siyasetle küresel çapta tekleşmiş bir propaganda…
Tekleşmiş bir pazarda tekleşmiş tüketim ihtiyaçları ve dolayısıyla tekleşmiş arz… Tekleşmiş insanlığa tekleşmiş dünyevî din, tekleşmiş inanç…
Tekleşmiş ulustan mülhem tekleşmiş sınırlar, tekleşmiş toplumsal ilişkiler, tekleşmiş kimlikler… Ve elbette tekleşmiş okuma, algılama ve anlamlandırma yöntemleri…
Her açıdan ibretlik bir ideolojik yolculuk hakikaten; dahası ilk adımlardaki gür sesli özgürlük çağrılarından sessiz çığlıklarla özgürlük isteyenleri boğazlamaya kadar uzanan kadersiz bir yolculuk!
Liberal soslu küreselcilik, şimdiye kadar önüne çıkan bütün engelleri birer birer yıkmaya kenetlendi. Hem de Machiavelli’nin “Amaca giden her yol mubahtır” düsturunun ihtiva ettiği manayı en yakıcı bir biçimde, gaddarca uygulayarak yaptı bunu.
Küreselcilik önce milliyetçiliği, ardından Kilise’yi ve sosyalizmi hırpaladı. Hepsini sansürledi, şeytanlaştırdı ve kendince zapturapt altına aldığını düşündü. Derken, sıra Müslümanlara geldi ve İslam’a hücum etmeye başladı.
Varılan aşamada ise küreselciliğin tıpkı bir uyurgezer, tıpkı ayık olduğu hâlde rüyaların sarp uçurumlarına dalan bir insan gibi, halüsinasyonlardan mustarip olduğunu anlıyoruz.
“Devirdim” dediği, devirdiği yanılsamasına kapıldığı herkesin ve her şeyin aslında eskimeyen direnç merkezlerinde kamufle olduğu meydana çıktı.
Benim bugün “egemenlikçiler” şeklinde tanımlamayı ve tasnif etmeyi seçtiğim mevzubahis kategori zannedilenin aksine yere serilmiş, pejmürde bir hâlde değildir. Dingin ve zindedir.
Egemenlikçiler tek-tipçiliğin diktasına karşı çeşitliliği, öznelliği, özgünlüğü, tarihsel birikimi ve kökleri, velhâsıl egemenliği yani aslında “kendi kendinin efendisi olma iradesini” ete kemiğe büründürüyorlar.
Bugünün egemenlikçileri 18'nci yüzyılın liberalleridirler. “Konuşulmaz” denilenleri konuşan, “dokunulmaz” denilenlere dokunan ve “çökmez” denilenleri çökertenler onlardır -onlar olacaklardır.
İçlerinde milliyetçiler, muhafazakârlar, sosyalistler, özlerine sadık kalabilmiş demokratlar, kimi devrimci sendikalistler, dindar yahut laik, ateist yahut metafizikçi gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, genel sosyal çürümenin sillesini yiyenler ama her şeyden evvel tahakkümü ve köleliği nereden gelirse gelsin reddeden hür insanlar var.
“Ana akım” medya mecralarının merceği yalnızca Kovid-19 salgınını fırsat telakki edip küreselci ajandanın borazanını öttürenlere tutulduğundan, bu ajandaya karşı dünyanın çeşitli coğrafyalarında dillendirilen kitlesel itirazlar hor görülüp hasıraltı edilebiliyor.
Hâlbuki durgun seyretmeye alışmış bir denizde küçük de olsa birtakım kıpırtıların, hareketlenmelerin başlaması genellikle sonradan gelmesi muhtemel bir dip dalgayı mühürler.
Hülâsâ, bugün artık totalitarizm davuluna vuran tokmak farklı bir eldedir.
Ve tokmağı tutan elin değiştiği gerçeği er ya da geç herkesçe anlaşılmaya mahkûmdur!