"Ulus" ve "ekoloji" bugün eşzamanlı olarak birbirine hem çok yakın hem de çok uzak mefhumlardır.
Yakındır çünkü Yunanî etimolojik kökü itibarıyla "ekoloji" kelimesi "ev", "mesken" ve "aile" anlamına gelen oikos kelimesinden türetilmiştir. Türkçede "çevrebilim" şeklinde de kullandığımız "ekoloji" kavramı bu manada tıpkı "ulus" gibi bir tür referans değeri ve hatta konumlanmayı ifade eder.
Diğer taraftan uzaktır zira günümüz çağdaş siyasetinde "ekoloji" bahsi içerdiği bütün hususiyetleriyle birlikte çoğunlukla ulus gerçekliğini yadsıyan (veya reddeden) "enternasyonalist" eğilimli eski sol akımlarca alabildiğine siyasallaştırılmış ve seferber edilmiştir.
Aslında bu "uzaklık" hâli ekolojik duyarlılığın müstakil ve modern bir siyasî levha olarak zuhur ettiği tarihsel koşullar dikkate alındığında oldukça tuhaftır.
Tuhaflığın kaynağında, ekolojik argümanın başlangıçta koyu muhafazakâr bir olgu şeklinde yoğrulmuş oluşu yatar.
Gerçekten de Edmund Burke figürüyle bir nevî işaret fişeği yakılan muhafazakârlık önce İngilizlerin bağrında gelişmiş, ardından Alman romantiklerin himâyesinde güçlenmiş, nihayetinde tedricen Avrupa'nın düşünce sahnesindeki belirleyici pozisyonuna ulaşmıştır.
Tam bu noktada Burke özelinde bir parantez açmanın faydalı olabileceğine inanıyorum. "Ulus" kategorisini tanımlarken, Burke şöyle yazıyordu:
Ulus yalnızca bugün yaşayanları arasında değil, aynı zamanda bugün yaşayanlar, ölüler ve henüz doğmamış olanlar arasında bir sözleşmedir.
Burke böylelikle sınırları belli bir oikos'un üstü ve altındakiler, dünü, bugünü ve yarınındakilerle birlikte bir süreklilik arz ettiğini belirtiyor. Dahası, söz konusu oikos ile gelip geçen nesiller arasında neredeyse metafizik bir bağ tesis ediyor.
Yukarıda zikredilen tarif 18'inci ve 19'uncu yüzyıllar Avrupa'sında gerek edebiyat ve sanat gerekse de siyaset teorisinde geniş yer kaplayacak bir fikir sistematiğinin iliklenen ilk düğmesi vasfına erişmiştir dersek, öyle zannediyorum ki yanılmış olmayız.
Öyle ki örneğin Fransız edebiyatçı Maurice Barrès'in 1897-1902 aralığında yayımladığı "Le Roman de l'Énergie Nationale" (Ulusal Kuvvet Romanı) adındaki üçlemesi ve 1899 yılında milliyetçi bir lig etkinliğinde yaptığı "Toprak ve Ölüler" başlıklı konuşması Burke çizgisinin "kusursuz" sayılabilecek bir izdüşümü niteliğindeydi.
Keza Avrupa'da bilhassa 19'uncu yüzyıl boyunca doğa bilimlerinde kaydedilen buluşlar ve ilerlemelerle doğa-toplum ve elbette doğa-ulus ilişkileri (metaforik özdeşleştirme silsileleriyle kol kola yürüyerek) katlanarak arttı.
Siyasetin ötesinde, bu ilişkiler manzumesinin somut yankılanmalarına ve dahi tetiklediği muhtelif sorgulamalara dair ezoterik yaklaşımlar da serdedildi.
Rudolf Steiner'in "antropozofi" akımıyla ve bu akımın çerçevesi dâhilinde tarım teknikleriyle ("biyodinamik" tarım) alakalı yaptığı vurgular fevkalade enteresandır.
Bu anlamda Steiner'in "yaşayan tabiat" tespitiyle insan-hayvan-bitki-toprak (bunlara "gök" unsuru da ilave edilebilir) etkileşimi üzerinden bir "proto-ekoloji" denemesi yaptığını iddia etmek bile mümkündür.
Nesnel olarak değerlendirdiğimizde tüm bu veriler bize Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın bariz büyük sanayileşme atılımlarının yanında sayısız yeni "doğa-insan", "doğa-toplum" ve "doğa-ulus" okumalarından etkilenmiş olabileceğini de fısıldıyor.
Böyle olabilir zira 19'uncu yüzyıldan itibaren merkezine doğayı ve onun insanlar ile toplumlar nezdinde ihtiva ettiği modern manalar demetini ("siyasî coğrafya", etnik grupların saha projeksiyonları ve bunlarla bağlantılı birtakım tehlikeli ve radikal "sapmalar" da dâhil) alan bir bakışın beraberinde kendi yeni "jeopolitiğini" de örmesi kaçınılmazdı.
Nitekim büyük ölçüde böyle olmuştur. Biriken jeopolitik basıncın tahliyesi milyonlarca insanın canına kastetmiş ve herkesin malûmu trajedileri bir kırbaç misâli insanlığın yüzüne çarpmıştır.
1945-sonrası dönemde ise "ekoloji" meselesinin siyaseten irdelenme tarzı bugün aşina olduğumuz formatına oturmaya başladı.
Genelde Batı'da, özelde ise Avrupa'da 1968 hareketleri kapsamlı bir kültürel metamorfoza önayak oldu. Bu vesileyle sadece siyasetin değil, popüler kültürün ve yaşayış biçiminin, yaşam stillerinin çehresi değişti.
68 hareketleri ekonomik refah ortamının da sağladığı rahatlıkla Batı'da yeni "standartlar" getirdi. Bu standartların arasında "sanayi toplumu modeline sıkışmayı ret" tavrı da vardı ki, bu tavır 1973 petrol krizleri ile 1986 yılındaki Çernobil faciasını müteakip olgunluğa erecek sürecin sanki fideliklerini simgeliyordu.
68 kuşağının girişimlerinin "zihinsel" ve "kültürel" olduğu kadar birincilerle bağlantılı "sosyal" ve elbette "politik" sonuçları meydana geldi.
Vurucu bir sonuç şuydu: "Sol" (inanmış ortodoks bileşenleri müstesna) ezici bir çoğunlukla "proletarya diktatörlüğü" hedefinden feragat etti. İlaveten, "yeryüzünde komünist cenneti gerçekleştirme" ütopyasından da uzaklaştı.
Peki, bunların yerine neyi ikame etti?
Daha ziyade kentli burjuvaziye, orta direğe hitap eden bir tahayyülü: Ekoloji veya "ekotopya".
Gerçekten de bu ustaca bir manevraydı ve karşılık da buldu/buluyor. "Ustaca" diyorum çünkü kapitalist sistemi eleştirmenin öyle ya da böyle bir bedeli, bir maliyeti var. Dahası, bazı şartlarda bu bedel ve bu maliyet epey yüksek seyredebiliyor.
Oysa bir yandan maliyeti düşürecek diğer yandan da jargonunuzu sürdürmenin ferahlığını yaşayacaksanız niçin yok yere risk alasınız ki?
"Ustalığın" diğer bir ucu da şüphesiz ki ekolojist paradigmanın kapsadığı "enternasyonalist" perspektiftedir. Eski komünist eskatolojinin yerini böylece ekolojik eskatoloji alacak ve "sınırsız dünya" ideali bir küçük "çizik" düzeyinde bile bir yara almaksızın yoluna devam edecekti.
Hâl böyle olunca yani ekoloji "davası" bir dönemin "sanayiperest" beynelmilel solun tekeline girmesiyle "ulus" ile "ekoloji" arasındaki makas, ilk muhafazakâr çağın tersine, gün geçtikçe daha çok açıldı.
İlk çağında "ekoloji" dizginlenemez sanayileşmeye karşı bir sığınağı, bir kalkanı vücuda getiriyordu. Ortak mirası korumak ve aktarmakla ilgiliydi. Dev ve kişiliksiz şehirlerin yabancılaşma dayatmalarına karşı bir tür "içgüdüsel" itirazdı. Geleneğin bâki kalmasıyla eşdeğerdi. Kök, aidiyet ve kimlik gibi taşıyıcı sütunlara dayanıyor, onlardan ilham alıyordu.
Bugün ise dünyadaki hâkim ekoloji anlayışı Greta Thunberg vb. figüranların aralıklarla sergiledikleri şatafatlı iletişim kampanyaları ile lobi diktaları altında inim inim inleyen "büyük" ve "lider" devletlerin iradelerine (veya iradesizliklerine), bir kısım "solun" patronajındaki "güleryüzlü endüstriyel ekolojizm" pratiğine ve ulusları "denklem-dışı" ilân eden çevrelerin ihtiraslarına mahkûm edilmiş vaziyettedir.
Oysa tehlike çanları çalıyor, hem de uzunca bir süredir!
Medyatik şovları ve süslü ama içi boş uluslararası anlaşmaları açıkça yok sayan bir krizin eşiğindeyiz.
Isınma, kuraklık, erozyon, hava kirliliği, biyo-çeşitliliğin zedelenmesi, yaygın tarım ilacı kullanımı, vahşi sulama teknikleri ve yenilenemeyen enerjiye had safhadaki bağımlılığımız bize yine ve yeniden bir "jeopolitik" basınç uygulayacaktır.
19'uncu ve 20'nci yüzyıllarda -yukarıda da değinmeye çalıştığım üzere- farklı "doğa-insan" okumaları beraberinde acımasız bir jeopolitik sürüklemişti. 21'inci yüzyılda yani bugün ise bizatihi doğa, velhâsıl ekolojik dengeler geçmiş yüzyılların aksine bu defa doğru okumamız ve yorumlamamız için kendisi, kendiliğinden bir jeopolitik teşekkül etmek üzeredir/etmiştir.
Alenen ortaya koyalım: 21'inci yüzyıl bir "doğal kaynaklara erişim jeopolitiği" ete kemiğe büründürecektir. Ancak artık mesele salt petrol yahut gazdan ibaret kalmayacaktır. Jeopolitiğin öncelikler hiyerarşisinde bu defa içilebilir temiz suya, verimli topraklara ve nitelikli gıdaya (üretim ve tedarik bir arada) erişim gibi maddeler çılgınca sıra atlayacaktır.
Peki, bu ne demek?
Demek oluyor ki devletler su için, ekilebilir kaliteli toprak için ve/veya gıda için birbiriyle savaşabilir.
Demek oluyor ki emperyal güçler zayıf olanları bu uğurda bölmeye, yutmaya yahut imha etmeye yeltenebilir.
Demek oluyor ki büyükler "küçükleri" hizaya sokmak için su-gıda ikilisini bir teşvik ya da bir ceza/yaptırım aracı olarak kullanabilir.
Ve demek oluyor ki savaş -kitlesel göç- savaş sarmalı daha da ivme kazanabilir, büyüyebilir.
Bütün bu kronolojik anlatımın, nakşedilen kısa tarihçenin ve yapılan saptamaların bir "uyanış" çağrısına matuf olduğu bellidir. Uyanış ise yaklaşana nispetle yegâne direniş odaklarından en gerçekçisi olan ulusun pekişmesi ve ekolojik dönüşüme öncülük etmesiyle ilintilidir.
Herkesin malûmu olduğu üzere, Türkiye istikrarsız ve hayatî bazı kaynaklara erişim açısından bir hayli sorunlu bir coğrafyada mevzileniyor.
Hâl böyle olunca ufukta çizilen yeni jeopolitik satranç tahtası için münasip tedbirleri şimdiden ve ivedilikle almak her açıdan belirleyicidir.
Günlük siyasî münakaşaların ve partizan tasarrufların üstünde bir devlet kararına ve uygulamasına gereksinim vardır. Tıpkı millî savunma sanayiini güçlendirdiği gibi, Türkiye, öznesi "ulus" olacak ekolojik dönüşümünü uzun vadeli, yapısal ve stratejik bir doğrultuda tasarlamalıdır.
Ormanlarımızı, vadilerimizi, ovalarımızı, meralarımızı topraklarımızı, sahillerimizi, denizlerimizi, kıyılarımızı, nehirlerimizi, göllerimizi, bitki örtümüzü, köylerimizi, hayvanlarımızı – velhâsıl oikos'umuzu bilim ve teknolojinin ışığında muhafaza etmeli, iyileştirmeli ve savunmalıyız.
Tarım, hayvancılık ve tarıma bağlı sanayi politikalarımızı sil baştan düzenlemeli ve insan-toprak dengesini yeniden kurucu cinsten bir kurguya başvurmalıyız.
Hoşgörüsüz ve tehditkâr bir tabiatla sarılmış değiliz. Denizlerle çevriliyiz. Rüzgârımız bol, güneşimiz var. Ekilebilir topraklarımız hâlâ ve her şeye rağmen bereketli. Altyapımız diğer pek çok ülkenin ilerisinde ve yeterli sayılır.
Bana kalırsa şimdi "ulustan ve ulusa doğru" gayesiyle ekolojik dönüşümü önümüzdeki on yılların muhtemel senaryolarına uygun olarak "Millî Güvenlik" konsepti bünyesinde değerlendirmeye başlamanın tam zamanıdır.
Bugünlerde artık böylesi çok-boyutlu bir planlama en az millî savunma sanayiinin yapılandırılması kadar can alıcı ehemmiyettedir.
Öyle inanıyorum ki bu dolgunluktaki bir hamleyle hem dışarıya olan muhtelif bağımlılıklarımız (enerji, gıda vb.) azalabilir ve yarının meydan okumalarına hazırlanabilir hem ülke içinde kırsal emeği yeniden canlandırabilir hem de Anadolu'nun bazı anlarda unutulmaya yüz tutan irfanını yeniden hâkim kılabiliriz.
Bu vesileyle belki Türkiye'de şimdiye değin alışılageldiğinin aksine "yukarıdan süzülen" değil de "aşağıdan dokunan" bir ulus kavrayışını bile kucaklayabiliriz, kim bilir?