Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkan Adayı Joe Biden’ın ocak ayında New York Times (NYT) gazetesinde yayımlanan kapsamlı demecinde Türkiye’yle ilgili sarf ettiği sözler bir anda gündem oldu.
Aslında Biden’ın NYT editörleriyle buluşması 2019 yılının aralık ayında gerçekleşiyor, yayımlanma tarihi ise 1 ay sonrası.
Önemli bir ayrıntı ise Joe Biden’ın söyleşiyi verdiği tarihte Başkanlık yarışına henüz dâhil olmaması.
Başka bir deyişle malûm söyleşinin hem kayıt hem de yayım tarihlerinde Biden yalnızca “ABD eski Başkan Yardımcısı” şapkasıyla anılıyordu.
Söz konusu videonun hangi maksatla dolaşıma sokulduğu meselesi şimdilik bir muamma.
Ancak bu durum, ABD Başkanlık seçimlerine 2,5 ay kalmışken, yarıştaki bir adayın dünya işlerine ve Türkiye’ye dair benliğinde cisimleştirdiği patolojik temayüllerin sahici bir zeminde idrâk edilip şiddetli eleştirilere tâbi tutulmasına katî suretle mâni değildir.
Her şeyi geçtim, şayet Türkiye’deki siyasetçi sınıfımız açıklamaların satır aralarını doğru okuyup anlamlandıramazsa, korkum odur ki, olası bir Biden zaferiyle birlikte içinde bulunduğumuz yüzyılı da kaybetme noktasına geliriz.
21'nci yüzyılın ilk çeyreğine damga vuran çelişki şudur: Hurdaya dönmüş, paslı ve harap hâldeki küreselci liberal-kapitalist paradigma bir dizi süslü reform çarkından geçirilip ihya mı edilecek yoksa uluslara bir nevî “iade-i itibar” pratiği çerçevesinde salahiyetleri yeniden aşılanıp yepyeni bir dünya düzenine doğru yelken mi açılacak?
Mevcut Başkan Donald Trump’ın iç politikada ne yapıp yapmadığı yahut ne söyleyip söylemediği Amerikalıların sorunudur. Ne bizi ne de yeryüzündeki diğer ülkeleri/milletleri bağlar.
Ne var ki küreselciliğin ve dahi küreselcilerin son zerresine değin bütün umutlarını teslim edip bel bağladıkları Biden figürünün ne yaptığı ve ne söylediği -maalesef ki- hepimizi, herkesi doğrudan ilgilendiriyor.
Joe Biden bugün Amerikan müdahaleciliğinin, sömürgeci emellere paravan yapılan neo-con’cu “demokratik barış” savının ve yayılmacı finans-kapitalin hırslarının en büyük taşıyıcısı ve potansiyel icracısı pozisyonundadır.
Nitekim vaktiyle George W. Bush’un “prens ve prensesleri” konumundaki entelektüellerin/siyasetçilerin ezici çoğunluğunun bugün Biden’dan yana saf tutmaları bu sebeplerdendir.
Kasım ayındaki seçimlerde Trump kazanacak olursa - ki ben böylesi bir ihtimali son derece mümkün görüyorum-küreselcilerin 1945 yılında tek-taraflı ilân ettikleri ve 1991 yılında da “ebediyen” pekiştirdiklerini düşündükleri dünya sistemi büyük ölçüde yara alacak, hatta temelden sarsılacaktır.
Böylesi bir kurguda örneğin Avrupa Birliği (AB) tasavvurunun içeride yıkıcı depremlere muhatap olması, kurucu üyelerden bazılarının Birlik’ten ayrılması, bugün sağ popülist/milliyetçi addedilen oluşumların kademeli olarak iktidar yüzü görmeleri yahut en azından iktidara asılmaları (unutulmasın ki Almanya’daki federal seçimler 2021, Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri 2022 İtalya’daki genel seçimler ise 2023 yıllarında yani ABD’deki 2020 seçimlerinden çıkacak sonuca göre Başkanlığın 2020-2024 serüveninin dâhilinde düzenlenecektir) vb. muhtelif olasılıklar doğabilecektir.
ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in iyi anlaştıkları bilinen bir gerçek. Bu ikilinin Avrupa’daki sağ popülist/milliyetçi hareketlerle dirsek temasında bulunduğu ve dahi bazı hususî bağlamlarda basit dirsek temasını da aşan felsefî bir iş birliği örgütlediği açık.
Son dönem küreselciliğinin en atik (!) süvarisi Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Sarı Yelekliler eylemleri boyunca bir yandan Trump’ın iğneleyici tenkitleriyle, diğer yandan da Rusya’nın kanıtlanmaya muhtaç olan bazı “müdahaleleriyle” baş etmeye çalışması ve akabinde de “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” çıkışına kilitlenmesi bu anlamda bir tesadüf sayılamayacaktır.
Gerçekten de Donald Trump 24 Eylül 2019 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) kürsüsünden boşuna “gelecek küreselcilerin değil vatanseverlerindir” demedi.
Yine Brexit sürecinin “başarıyla” mühürlenmesi ile Putin’in Rusya’da 2036 yılına değin iktidarda kalmasına yönelik tasarının yasalaşması meseleleri de tasvir ettiğim bağlamsal dizgide göz ardı edilmemesi icap eden diğer verilerdir.
Çağdaş egemenlik arayışlarının, vatanperver reflekslerin ve ulusal restorasyon hamlelerinin yanlılarının dünya sathında estirdikleri rüzgârlar Trump’ın 2016 yılındaki zaferine öncüldür.
Dolayısıyla Trump, kendisinden evvel şekillenmeye başlayan konjonktürden istifade etmiştir. Yoksa Trump’ın tek başına başlattığı bir dalga yoktur. Trump, seçilmesiyle yalnızca dünyadaki diğer egemenlikçilere “momentum” temin etmiştir.
Hâl böyle olunca, Trump önümüzdeki kasım ayında seçilsin ya da seçilmesin küreselciliğin karşısında dikilen direnç merkezleri şu veya bu şekilde varlığını sürdürecek, mücadelede kılıcını bileyecektir.
Oysa Trump’ın ikinci döneme kavuşması elini rahatlatarak 2016 kampanyasında vaat ettiği “Önce Amerika” siyasetinin öngördüğü “aptal savaşlara son” uygulamasını muhtemelen daha yoğun bir biçimde ete kemiğe büründürmek üzere Amerikan saldırganlığını pasifize etmesiyle eşanlamı olabilir.
“Kesinkes böyle olacak” demiyorum, “olabilir” diyorum. Ancak olursa, bu ulusal çizgide yürümek isteyen devlet ve yapıların dolaylı olarak “rahatsız edilmemesi” hakikatine denk düşebilecektir.
Örneğin parçalanmış veya en azından istikrarsızlaşmış ve genel-küresel siyaset hattı yerine kendi ulusal menfaatlerine odaklanmış uluslardan müteşekkil bir Avrupa’nın Türkiye açısından içte ve dışta arz edeceği değeri dikkate aldığımızda bunun somut getirileri hiç tereddütsüz monoblok bir Avrupa pratiğiyle mukayese ettiğimizde çok daha dolgun ve sayıca çok daha fazla olacaktır.
Nitekim bugün Doğu Akdeniz özelinde kaydedilen Paris-Berlin zıtlaşmasının yarınlarda daha yakıcı bir hararetle kavrulabileceğini bize şimdiden fısıldıyor.
Velhâsıl gelelim bütün bu çelişik dinamiğin Türkiye’ye yansımalarına ve Biden’ın sözlerinin ardındaki niyetler terkibine.
Ne diyor Biden?
“Geçmişte yaptığım gibi (!), hâlâ var olan muhalefet unsurlarıyla görüşüp onları destekleyebiliriz” diyor.
“Müttefiklerimizle bir araya gelip bölgede Türkiye’yi tecrit etmemiz lazım” diyor. “Bedel ödetmeliyiz” diyor ve ekliyor:
O zamanlar Kürtlerin üzerine yürümüyorlardı.
Neresinden tutalım, hangi bir yerinden düzeltelim?
Biden ulusal egemenliğimizi alenen çiğniyor. Türk milletinin iradesini yok sayıyor ve onu hariçten “dizayn” etmek için ter dökeceğini resmen ilân ediyor.
Bölgede Türkiye’yi tecrit etmeyi istemek demek, Türkiye’yi güneyde bir terör devletine razı etmek ve denizlerde ise Mavi Vatan’a karşı bir neo-Sevr diktasına boyun eğdirmek demektir. Biden, böylelikle “Türkiye’yi un ufak edeceğim” diyor.
Kürt kökenli vatandaşlarımızla teröristleri aynı kefeye koymak suretiyle Türkiye’nin terörle mücadelesini çok tehlikeli bir tür “etnik temizlik” iftirasıyla eşitlemeye gayret ediyor.
Korkunç, facia.
Makalenin başında siyasetçi sınıfımızın -ister iktidarda isterse de muhalefette olsun- bir bütün olarak Biden’ın açıklamalarının satır aralarını doğru tetik etmesi gerektiğine işaret etmiş, aksi takdirde yeni yüzyılı kaybedebileceğimizi vurgulamıştım.
İçeride hangi yanlış, hata ve kusurlarımız olursa olsun, değer yargılarımızda hangi hassasiyetlerimiz olursa olsun ve siyasî yaklaşımlarımızda hangi açı farklılıklarımız olursa olsun “egemenlik” prensibinin kulpuna sımsıkı yapışmaya özen göstermeliyiz.
Önümüzdeki Amerikan seçimlerinde ipi kim göğüslerse göğüslesin, zamanın hâlet-i ruhiyesi ve tarihin doğal akışı egemenlik prensibinden ödün vermememizi ve yeni yüzyılı ancak bu prensibe sadık kalarak kazanabileceğimizi söylüyor.
Yalnızca savunma sanayiinde, iç işlerinde yahut dış politikada değil… Tarımda, sanayide, teknolojide, sağlıkta, bilimde tam ve mutlak egemenlik!
İktidarın da muhalefetin de gözlerini ayırmaması gereken pusula, işte budur.