Geçtiğimiz ocak ayının sonlarına doğru Independent Türkçe’de yayımladığım bir yazı dizisi kapsamında 21’inci yüzyılda Türk milliyetçiliğinin sosyal bir doktrine ihtiyaç duyduğu tespitinden hareketle genel hatlarıyla ördüğüm “Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü” (EDİT) modelini arz etmeye çalışmıştım.
Böylesi bir teklifle amacım aslında kendi hususî pozisyonumdan süzülen görüşler manzumesini irili-ufaklı milliyetçi parti, dernek ve/veya platformlara dayatmaktan ziyade topyekûn milliyetçi cenahta uzun bir süredir kısırlaşmaya yüz tutan entelektüel tartışma zeminini yeniden canlandırmayı denemekti.
Gerçekten de o süreçte başta Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve İYİ Parti bünyesinde aktif siyasete devam eden dostlarım ve büyüklerim olmak üzere, farklı partilerde milliyetçi bir duruş sergileyen siyasîlerden, bağımsız düşünür ve aydınlardan dönüş yapanların sayısı hiç de az değildi.
Dahası, sosyal medyada gerek kendi sayfalarındaki paylaşımlardan gerekse de özelden ulaşanların yazdıklarından yola çıkarak Türk milliyetçiliğinin yeni dönemdeki muhtemel iktisadî rotasına dair kolektif bir fikir teatisine olan talebin görünmez ve fakat gitgide yoğun bir çizgide seyrettiğine yönelik olan kanımı pekiştirebildim.
Yazı dizimde açımlamaya gayret ettiğim EDİT örgüsüne en kapsamlı kritiği ise Bahadırhan Dinçaslan sundu.
Şubat ayında TamgaTürk’te “Türk Milliyetçiliğinin Ekonomi Politiği - Çare Kapitalizm” başlığıyla yayımlanan makalesinde Dinçaslan, fikrin haysiyetine yakışır bir üslûp ve birikimle benim EDİT özelinde serdettiğim tahlil ve öneriler silsilesini tenkit etti.
Üstelik salt tenkitle sınırlı kalmayarak meseleye kendi penceresinden birtakım karşı-öneriler de getirdi.
Doğrusu, Dinçaslan’ın makalesi hem içerdiği dolgun tarihsel-düşünsel referanslar hem de tutturduğu istikamet bakımından benim fevkalade önemsediğim bir çalışma oldu.
Önemsememin sebebi çağrımın somut bir karşılık bulması ve bu minvalde bir sesin yükselmesinden ibaret değildi.
Esas sebep, Dinçaslan’la aramızdaki yaklaşım farkları ve bu farklılıkların ileride kademeli olarak hakiki ve geniş çaplı bir münazaraya evirilebileceğine yönelik beslediğim umuttu.
Derken, araya herkesin malûmu olduğu üzere birçok yakıcı gündem maddesi girdi ve ben Dinçaslan’a bir karşı-cevap veremedim.
Bugün biraz daha elverişli bir evreye girdiğimizi zannediyorum. Bu vesileyle, “nasip bugüneymiş” diyerek Dinçaslan’ın cüsseli olduğu kadar yer yer iğneleyici ve kışkırtıcı; ama her daim yapıcı antitezlerine mukabele etmek istiyorum.
Fıtrat, kapitalizm ve milliyetçilik üçgeninde “kâr” bahsi üzerine
Şüphesiz ki her milliyetçilik günün sonunda bayraktarlığını icra ettiği ulusa mensup bütün fertlerin özgür ve müreffeh bir ortamda topluca kalkınmasını hedefler.
Dinçaslan bu hedef doğrultusunda “bir itici gücün, bir tahrikin” hâsıl olması şartını koşuyor.
İlaveten, “Evrim her zaman ‘stres’ sayesinde mümkün olur” diyor ve Roma’nın çözülüşünü müteakip Avrupa tarımında tecrübe edilen inovasyonlardan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyetler Birliği arasındaki rekabetin faydalarından ve Sovyetlerin bu rekabeti iç pazarına taşıyamamasından bahsediyor. Doğrudur.
Hemen akabinde ise Dinçaslan, EDİT modelini “içinde birey lehine bir ‘fıtrî’ mekanizma olmadığını” ifade ediyor ki, ilk itirazlarımın filizlendiği nokta tam olarak burasıdır.
Benim açımdan milliyetçiliğin “özgürlük” ve “refah” hedeflerine yapışmış bir adalet, dahası bir sosyal adalet hedefi de vardır (veya olmalıdır).
Milliyetçiliğin en üstün misyonlarından birisi ulusun iç bünyesindeki sınıfları kaynaştırmak ve katı sınıfsal sınırları yumuşatmak, ehlileştirmek ve dahi insancıllaştırmaktır.
Geçmişteki bazı uygulamalarında şu veya bu sebepten dolayı böyle davranmamış oluşu ilanihaye “böyle davranmaması” gerektiğini bize fısıldamaz.
Kaldı ki bu yönüyle değerlendirildiğinde, kapitalist üretim metotlarıyla zıtlaşma zarureti de kaçınılmazdır.
Eşitsizlikler ebediyete dek var olmaya mahkûmdur, hele ki “doğal eşitsizlikler! Fiziksel görünüş, beden yapısı, zekâ, düşünce ve üretkenlik kabiliyetleri, zanaatlara meyil” vb. başlıklardaki eşitsizlikler ilk günden beri vardır ve son güne değin de olacaktır.
Her şeyi geçtim, insan fıtratının kurucu bileşeni addedebileceğimiz “nefis”, “ego” yani “benlik” ve benlik şuuruna bağlı varoluşsal içgüdüler dizgisi eşitsizliği biz istesek de istemesek de bize kendiliğinden dayatıyor.
Nitekim Marksizm, kendince bu gerçekliği ideolojik ve pratik planda ezmeye, toz hâline getirmeye çalışmışsa da bunda başarı sağlayamamıştır.
Burada maharet, insan fıtratı yani tabiat kanunlarıyla olabildiğince az çelişerek sürdürülebilir bir örgütlenme modeli şekillendirmektir.
Fıtratı değiştiremeyiz ancak bugünlerde bazı çevreler fıtrata eklemledikleri birtakım siyasal, sosyal ve kültürel konstrüksiyonları “fıtrattanmış” gibi göstermek hevesindeler.
Bu konstrüksiyonların başında ise azgınlaşmış ve “dizginlenemeyeceği” ima edilen “sınırsız kâr hırsı” geliyor örneğin.
Haydi “sınırsız” vasfını kenara koyduğumuzu varsayalım, tek başına “kâr hırsı” bile bu kategoride rahatlıkla ele alınabilir.
Oysa “kâr” üretimi koskoca bir zincirin yalnızca son halkasıdır.
Başka bir deyişle kârı ortaya çıkaran süreç başlangıçta onu üreten fikir/proje sahibinin ve sermayedarın yanı sıra işleyenin ve dahi işletenin, üretilmesi için gerekli koşulları sağlayan mekanizmanın ve dahi - belki de en önemlisi - onu kendi elleriyle düzenleyen emeğin karşılıklı etkileşiminden mülhemdir.
Kapitalist üretim ilişkileri perspektifinde ise kâr, sadece zincirin ilk halkasının yani fikir/proje sahibinin (o da şanslıysa) ve asıl sermayedarın marifeti şeklinde telakki edilmektedir.
Her sermayenin ancak kârdan döküldüğü gerçeğini cesaretle idrak ettiğimizde ise, görürüz ki aslında kapitalist çizgideki toplumsal gelişim döngüsü bir totoloji şekline bürünüyor.
Kapitalist üretim ilişkilerinde “kâr” mefhumu mutlak bir tahakküm ve bir kölelik mantığıyla bezelidir.
Sermaye kârla oluşur, kâr daha çok sermaye birikimini ve sermaye de mülkiyet yığılmasını tetikler.
Sonra? Sonrası, sürece sil baştan başlayıp aynı sarmala atılmakla eşanlamlıdır.
“Mülkiyet”: Milliyetçi ekonomi-politiğin başlıca çıkmazı
Tam bu noktada şöyle bir soru zuhur edebilir:
Kâra, sermayeye ve dahi mülkiyete karşı mıyım? Kesinlikle hayır.
Reddettiğim şey, kapitalist anlatıda bunların tekelleşmeye doğru gösterdikleri durdurulamaz eğilimdir.
Yukarıda altını çizmeye çalıştım:
Karşımızda, Dinçaslan’ın da ısrarla temas ettiği gibi, “insan fıtratı” diye bir hakikat var.
İnsanın kâr kazanmak istemesi, sermaye ve mülk biriktirmek istemesi son derece meşru ve haklıdır.
Meşru ve haklı olmayan, bunları yalnızca kendisi için istemesidir ki, onun bu güdüsü yine yukarıda değindiğim konstrüksiyonların, algı manipülasyonlarının bir neticesidir.
Başından “hodkâm hırsı” çıkardığımız vakit, kâr da sermaye de mülkiyet de birer özgürlük aracına dönüşür.
Asıl olan, bunların sosyal işlevlerinin yalın bir tarzda masaya serilmesidir.
Kapitalist üretim ilişkilerinde tekdüze bir işleyiş var. Nihayetinde üretilen servet (kâr) ona katılanların paylarını iade etmiyor.
Serbest piyasaya kutsiyet atfedenlerde bu durumun özeti bizim dilimizde de karşılığını son derece ibret verici bir formülle buluyor:
Parayı veren düdüğü çalar!
Kemikleşmiş kurgu şöyle ilerliyor:
Bir müteşebbisin aklına parlak, yeni bir ticarî fikir gelir veya o anda var olan nesnel koşullardan kopup gelen bir dizi fırsat görür.
Parası (sermayesi) varsa bu fikre-fırsata yatırım yapar. Yoksa, parası olan birine yahut bir bankaya müracaat eder ki, o andan itibaren bu müteşebbis de bir çalışandır.
Yatırımını kâra dönüştürmek için faaliyete geçmesi lazımdır. Faaliyeti yürütmek için ise işinin gerektirdiği vasıflara erişmiş bir “çalışan” yani işçi/emekçi kitlesine döner.
Kurulan şirket/tesis bünyesinde anında piramidal ve rijit bir hiyerarşi kurulur.
Burada müteşebbisin topluma olan borcunu ödeme şekli ise iki ayaklıdır: Birincisi devlete ödediği vergiler, ikincisi ise sağladığı istihdam.
Ötesi? Ötesi yok.
Kurguyu meşrulaştırıcı geleneksel hikaye ise şudur:
Parlak fikri bulan, fırsatı gören müteşebbistir. Parayı da bulan müteşebbistir.
Dolayısıyla bir bütün olarak riske giren, elini taşın altına sokan müteşebbis olduğu için de kârı üreten zincirin payının neredeyse tamamını alması gereken de odur.
Ne var ki söz konusu üretim ilişkilerinin orta ve uzun vadede toplumsal hayata yansımalarının anlamı hiç bu kadar basit değildir, olmamıştır ve olamaz.
Zira evvelâ bu çerçevede -kapitalist üretim ilişkilerinde- devlet sermayenin tarafındadır.
Bu, en gelişmiş yüksek seviyeli kapitalist toplumdan en az gelişmiş veya gelişmekte olan “proto-kapitalist” topluma kadar her yerde nüans farklarıyla üç aşağı beş yukarı aynıdır.
“Toplumsal Sözleşme”nin cisimleşmiş hâlini en mükemmel bir biçimde temsil etmesi beklenen devlet aygıtı toplumdaki sınıfların birini özellikle kolluyor ve koruyorsa, o hâlde aslî vazifelerini ifada aksıyor demektir.
Bu anlamda Dinçaslan’ın “Evrim her zaman ‘stres’ sayesinde mümkün olur” tespitine ilişkin bir parantez açmak isabetli olacaktır.
Şayet Dinçaslan’ın “stresten” kastı fertleri üretime, yenilenmeye ve dahi girişimciliğe yönelik olarak “teşvik” etmekse, bu görevi zaten tabiat hâlihazırda üstlenmiş vaziyettedir.
Bugün her insan -şayet bir tür psikolojik rahatsızlıktan mustarip değilse veya bir ahlâkî kördüğüm yaşamıyorsa- hem hayatta kalma içgüdüleri hem yaşadığı ortamı daha huzurlu, daha emin ve daha gelişkin kılmaya kenetli iradesi hem de olgunlaşan şartlar ışığında üremeye, soyunu devam ettirmeye ve devam eden soyuna maddî-manevî bir “miras” bırakmayı esas alan planlamasında mevzubahis “teşvik” zaten canlı ve diridir.
Yok, eğer buradaki “stres” tabiat kanunlarının dikte ettiği şartların ötesinde bizzat insan eliyle, toplum eliyle ve nihayet devletin koyduğu oyun kuralları kanalıyla yani devlet eliyle yüklenecek “ek” bir bindirimi kavramışsa yol ayrımı belirginleşecektir.
EDİT’in ihtiva ettiği sosyal doktrinde, liberal ve marksist teolojilerin aksine, ulusu teşkil eden fertlerin çoğunluğunun mülksüzleştirilmesi yahut mülkiyetin topyekûn “kollektivize” edilmesi ilkesi yoktur, hatta açıkça dışlanmıştır.
Bilâkis, EDİT’in öngördüğü modelde mülkiyet hakkı ile imkanını aşağıdan yukarıya doğru genişletmek, başka bir deyişle tabana alabildiğine yaymak vardır.
Açayım.
Bugün Türkiye’de nüfusun yüzde 20’si açlık sınırının kıyısında veya altında, yüzde 60’ı ise yoksulluk sınırının civarında veya altında “yaşamak” (bence “hayatta kalmak” demek daha yerindedir) için didiniyor.
Her ne kadar Dinçaslan, bu tablonun müsebbibi olarak kapitalist üretim ilişkileri yerine “neo-sosyalizmi” ve “oligarşik düzeni” işaretlese de bu hususta benim çekincelerim var.
Devletin müstakil bir aktör hüviyetiyle oyuna dâhil olması, üretim ilişkilerinin sütunlarını sarsmaya yetmez.
Dahası, devletin kendisi bu ilişkiler toplamını onaylamak ve tescillemek suretiyle atıyor adımlarını.
Taktığı “aktör şapkası” vasıtasıyla kendi oligarşisini ayağa kaldırdığı doğrudur – bu minvalde Dinçaslan’a katılıyorum.
Oysa Türkiye’de son yıllarda kaydedilen “birikim” bize sadece şunu göstermiştir: Üretim ilişkileri olduğu gibi sürdürüldüğü müddetçe sermayenin menşeinin hiçbir önemi bulunmamaktadır.
Evet, en tepede konumlananlar oligarklardır – olabilir. Ancak AK Parti iktidarının bilhassa ilk yarısında klasik İstanbul sermayesine rakip olarak çıkan ve büyüyen Anadolu sermayesinin de hareket şablonlarında İstanbul’u taklit etmekten fazlasını başaramadığı aşikârdır.
Öte yandan 2002 yılından itibaren piyasaya giren şirketlerin, hele ki kârlı şirketlerin, birçoğunun iktidarla doğrudan bir ilişkisi ve/veya menfaat ortaklığı olduğunu iddia etmemiz de öyle sanıyorum ki en hafif tabirle insafsızlık olur.
Dinçaslan, “Türkiye’de kapitalizm hiç yoktur” diyor. Sonrasında, “Batı piyasalarının kendilerine has kusurları var ve onların kapitalizmi de sağlıksızdır” diye de ekliyor.
Finans-kapitalin aslında kapitalizmin bir “Frankenstein’ı” yani canavarlaşmış bir yan ürünü olduğunun belirtmekle birlikte bu sistemin uluslararası ölçekte bir hakem ve düzenleyici mekanizmadan yoksul kaldığını ifade ederken benim “merkez” ile “periferik” demokrasiler (kapital üreten Batı ile Batı’da üretilen kapitali ithal etmeye mecbur bırakılanlar arasındaki ayrım) arasında derin bir eşitsizliğe sevk ettiğine yönelik çözümlememe hak veriyor.
Oysa Dinçaslan’ın doğru bir eksende müşahede ettiği bu tıkanıklığa nispetle takdim ettiği “açıcı pompa” ise yine kapitalizm oluyor ki, söz konusu tavrını çelişkili gördüğümü itiraf etmeyelim.
Verdiği örnekler üzerinden Dinçaslan’ın komünistlerin “gerçek sosyalizme hiçbir yerde ve zamanda tam anlamıyla ruh üflenmedi” şeklinde özetleyebileceğimiz ebedî sığınaklarının bir benzerini kapitalizm özelinde “gerçek kapitalizm hiçbir yerde ve zamanda işletilemedi” şeklinde diriltmeye yatkın olabileceği gibi bir izlenime kapıldım.
Kaldı ki yeryüzünde böylesi bir örnek olmuş olsa bile, Dinçaslan’ın yazısının başında hakkaniyetle mühürlediği üzere “çözümler şartlara göredir”.
Nedir bu şartlar?
Zamane şartları, sorunların şartları, ulusların şartları, coğrafyaların şartları, yerleşik adet, gelenek ve kültürlerin şartları vesaire.
Hâl böyleyken, hariçte hasbelkader rüştünü ispat etmiş bir model örneği önümüze konsa dahi, bu durum söz konusu modelin illa evrenselleştirilmesi gerektiğini bize söylemez.
Hülâsâ, kapitalist üretim ilişkileri yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyadaki toplumlarda küçük bir azınlığını serveti (kârı, sermayeyi ve mülkiyeti) gasp etmesine, kahir ekseriyetin ise maaşlı sömürüye (kârdan, sermayeden ve dolayısıyla da mülkiyetten hakkını alamamasına) tâbi tutmuştur.
Gelinen nokta, tüm çıplaklığıyla işte budur.
Yukarıda EDİT’in, mülkiyet hakkı ile imkânını tabana yayma iddiasına sahip olduğunu paylaşmıştım.
Dinçaslan buna “Baykent’in önerdiği sistemde (…) bir merkezden planlama yaparak toplum ihtiyaçlarını karşılamak ve orta-alt kesimin ezilmesini engellemeye çalışmak var” diyor.
Ne var ki hakikat biraz daha farklı.
Son bölümde EDİT’in Türkiye özelindeki hakiki amaçlarının üzerindeki örtüyü bir nebze de olsa kaldırmayı deneyeceğim.
EDİT’in “davası”: Mülksüzlere sosyal terfi ve özgürlük
Dedim ya, Türkiye’de günümüz istatistiklerine göre şu anda toplumun yüzde 80’lik oranına yakın bir kesimi yoksulluğun çevresinde geçinmek için debeleniyor.
Zira Türkiye bundan uzun yıllar evvel kuşandığı “periferik demokrasi” statüsüyle ahenkli bir biçimde (bu kavram hakkında daha geniş bilgi için bkz.) uluslararası nitelikte “kapital” üretemiyor veya ulusal planda bin bir zahmet ve güçlükle üretebildiği az bir kapitali uluslararası piyasa düzleminde değerlendiremiyor.
Ulusal planda ürettiği kapital anlamında ise, yine “periferik demokrasi” fonksiyonu gereği kapital üretiminde kapitalist üretim ilişkileri şemasını içselleştiriyor.
Başka bir deyişle bu “ikili gerçeklik” (baskı) beraberinde toplumsal katmanların alabildiğine yoksullaşmasını ve mülksüzleşmesini getiriyor.
Nitekim bugün itibariyle Türkiye’de orta sınıf bir bütün olarak erimiş ve hatta neredeyse buharlaşmıştır.
Bugün Türkiye’de tombulluğu asla yadsınamayacak geniş bir kitle hiçbir şeye sahip değildir ve mütemadiyen borçla yaşamakta, borcunu borçla kapatmak için çalışmaktadır.
Bu bağlamda birçok insanın evinin, arabasının, işyerinin ve dahi günlük aldığı gıdanın gerçek sahibi bankalardır.
Ben Dinçaslan’ın çizdiği resimden kendisinin arzuladığı “kapitalizmin” gerçekte girişim özgürlüğü, rekabet ve reel ekonomik getiri teslisinden müteşekkil bir hamur mayası olduğunu düşünüyorum.
Şayet bu sezgim doğruysa, o hâlde mevzubahis üçlünün her bir unsurunun EDİT’te kendine zaten bir yer edindiğini belirtmek isterim.
Ancak EDİT, kalkınmanın lokomotifleri sayabileceğimiz işbu unsurları sosyal adalet anlayışı ışığında ve kapitalist üretim ilişkilerinin zıttı bir çizgide “birlikte üretileni adilce paylaşmak” ilkesinin rehberliğinde kavramaktadır.
EDİT’e göre orta-büyük ölçekli üretimlerde işletmeci tek başına yahut sivil ortaklarıyla birlikte kârın yüzde 51’ine ortaktır. Üretimde görev alan işçiler kârın yüzde 21’ine, devlet ise kârın yüzde 20’sine ortaktır.
Öte yandan geriye kalan yüzde 8 ise her yıl mecburî olarak şirket-tesis bünyesindeki araştırma-geliştirme (AR-GE) çalışmalarına vakfedilir.
Buna göre yatırımcının aklına parlak bir fikir gelir, kolları sıvar ve inisiyatif alır. Şirketini kurduğu anda – düzenlenecek yasalar gereği – jenere edilecek yıllık kârın yüzde 51’i kendisine aittir.
Üstelik şirketin kâra geçmesi için nesnel şartlar uygundur zira vergi ve prim yükü ve elektrik, su gibi giderler yoktur.
Devlet doğrudan kâra ortaktır. Hâl böyle olunca ve doğal olarak, şirket/tesis kâr edemezse/etmemişse ve yıl sonunda kaydedilen kâr bizdeki bir deyimdeki gibi “ucu ucunaysa” zaten mesele yoktur ve devlet buna rağmen girişimcinin sırtına ek bir yük bindirmez.
İşçiler aylık maaşlarını alırlar ve fakat yıl sonundaki kâr dağıtımında kârın yüzde 21’ine ortaktırlar.
Devlet ise hem girişimciye/işletmeciye başlangıç aşamasında dolaylı olarak büyük kolaylıklar sunmuştur, hem de günün sonunda yüzde 20’lik kâr payını başka alanlarda (nitelikli, ucuz sağlık ve eğitim hizmetleri, altyapı ve toplu taşıma, elektrik, su, güvenlik vb.) milletin yararına kullanabilmek için alacaktır.
Orta-küçük işletmelerde de benzer bir oranlama (daha farklı rakamlarla) yapılabilecek ve aynı sistem burada da tatbik edilebilecektir.
Görüldüğü üzere, Dinçaslan’ın eleştirdiği tarzda bir “merkezî planlama” gayesi yoktur. Devletin görevi sınıflar ve/veya toplumsal kategoriler arasında bir “hakemlikle” bile özdeşleştirilemez.
EDİT’te devlet ancak sımsıkı bir denetim ağı kurar ve iktisadî faaliyetlerin hukukun dışına taşmadığından emin olur.
EDİT’le birlikte bütün lüzumsuz vergiler, prim ödemeleri vb. kesintiler yoktur zira devlet her işletmenin kâr dağıtımında zaten vardır.
Böylelikle hem alım gücünün dolaylı yoldan yükseltilmesi hem de maaşlı çalışan kesimin (beyaz-mavi yaka her işçinin) üretilmesine vesile olduğu, katkıda bulunduğu, iştirâk ettiği kârın yeniden dağılımından hak alması vardır.
Hayat pahalılığı ile kârın oluşum düzeneğinden tecridin çift-yönlü bir mantıkla uyguladığı basınç tamamıyla ortadan kalkmasa da dikkat çekici bir seviyede hafifletiliyor.
Her çalışan üretilen kârdan payına düşeni ister tasarruf eder ve bunu çok da uzun olmayan bir zaman diliminde kendi küçük işletmesini inşa etmeye ayırabilir isterse de dilediğince harcar, günlük hayatında kendisinin ve ailesinin yaşam standardını yukarıya doğru çeker.
Her halükârda bu tip bir model maaşlı çalışanlara en azından orta-uzun vadede mülk edinme hakkını ve imkanını tanır.
İlaveten girişimci/işletmeci yine sahip olduğu yüzde 51’lik hissesiyle yatırımının karşılığını alabilmekte, altına girdiği risk diğerlerine kıyasla daha çok mükafatlandırılmakta ancak buna karşın nihaî hedefi “bencil kâr” olmamaktadır.
Tarım levhasında Dinçaslan EDİT’in “modern kolhozlar” doğurabileceğine karşı bir uyarı yapıyor. Dinçaslan’ın gösterdiği hassasiyet ve tereddüdün kaynağını görmekle birlikte, bu başlığın üzerine çöken sisin dağıtılması mümkündür.
Tarımda devlet orta ve büyük işletmelerde – ki çalışanlar kooperatiflerde bir araya gelmiş durumdadırlar – toplam kârın yüzde 51’ini elinde bulundurur. Çiftçi kooperatifleri geriye kalan yüzde 49’luk kâra ortaktır.
Burada devletin uhdesine aldığı yüzde 51’in yani çoğunluğun esprisi kabaca şudur:
Toprağın kapitalist anlamda ve mutlak suretle metalaştırılmasının önüne geçilmesi. Milliyetçiliğin toprağa bakışını yeniden düşünmenin gereksinimine inanıyorum. Nihayetinde vatan, topraktır. Bu doğrultuda bir kastın ayrıcalıklı mülküne dönüşmemelidir.
Vatanın hepimize, herkese ait olduğu gibi, vatanın inşacı öznelerinden biri olan toprağın da hepimizin ve herkesin hizmetine açılması gerektiği kanısındayım (buna madenler, ormanlar vb. doğal kaynaklara ilişkin tasarruflar da dâhildir).
Bu tutum günümüzde “romantik” bir nitelikte değerlendirilebilir şüphesiz ancak son tahlilde bir siyasî ve ideolojik mevzilenme meselesidir.
Sanayi üretiminde olduğu gibi tarımda da devlet çiftçi ve köylüye nesnel dış koşulları tepeden tırnağa temin eder (toprak, gübre, mazot, elektrik, su ve dahi lojistik vb.).
Orta-büyük üretimi, üretilen ürünlerin satışını hiçbir aracının yardımına başvurmaksızın bu kooperatifler üstlenecektir.
Doğrudan demokrasi usulüyle icra edilecek kooperatif-içi seçimlerde çiftçi-köylüler bulundukları bölgelerde ve ulusal düzeyde kendi temsilcilerini seçebileceklerdir.
Seçimlerde devletin “atama” yapması veya müdahil olması söz konusu bile değildir.
Kooperatifler yapılacak tarımsal/hayvansal üretimin niceliği ve özellikle de niteliği konusunda yalnızca devlet tarafından atanan ziraat mühendisleriyle istişare ederler.
Üretimi bilimsel, teknolojik, verimli ve kârlı kılmak salt devletin değil, topyekûn kooperatiflerin lehinedir.
Zira kooperatiflerin her bölge için bizzat tayin edecekleri aylık ücretin yanında bir de yıl sonunda toplayacakları kârın ve onun dağıtımının da önemli bir kısmına hükmedecektir.
Küçük üreticiler, tıpkı sanayideki gibi, çoğalmaya teşvik edilirler. Bu anlamda belli bir süre sonra orta-büyük kooperatiflerden ayrılmak isteyen, kendi küçük üretimini yapmak üzere toprak satın almak isteyen nevzuhur küçük üreticiler olduğu takdirde devlet yasalar çerçevesinde bu inisiyatifi almak isteyen ferdî girişimlere gerekli kolaylığı sağlar.
Zira unutulmamalıdır ki, EDİT’in çekirdek fikri mülkiyeti tabana yaymak, tabandan tavana doğru ihya etmektir.
Elbette küçük üreticilerin de sonrasında aralarında buluşup kendi küçük üretici kooperatiflerini bina etmelerinin önünde hiçbir engel bulunmaz.
Böylelikle küçük üreticilerin birliğinden orta-büyük kooperatiflere meydan okumalarının önü de açılmış olur.
EDİT’in geleceği ve bununla ilintili tartışmalar
EDİT örgüsünü Kovid-19 salgının insanlığın üzerinden bir tufan misâli geçmesinden evvel kaleme almıştım.
Gelinen noktada ise bugün dünyada EDİT’in merkezinde konumlanan ulus-devlet, “kendi kendine yetebilirlik” (otarşi), ulusal pazarların kendi içlerinde yeniden dinamikleştirilmesi, egemenlik, bilimsel ve teknolojik AR-GE, “gıda milliyetçiliği” ve “adil paylaşım” gibi kavram ve temayüllerin çok kuvvetli bir biçimde bütün milletlerin gündeminin birinci sırasını işgal ettiğine tanık oluyoruz.
Her millet kendi yolunun taşlarını yine kendisi döşeyecektir. Bu anlamda EDİT gibi Türkiye özelindeki özgün sorunlara nispetle nakşetmeye çabaladığım mütevazı ve ilkesel bir modelin insanlığa bir “kurtuluş reçetesi” sunmak veya onu “tarihin sonu” gibi eskatolojik karakterli bir evrensel deli gömleğinin içine hapsetmek gibi bir niyeti hiç mi hiç yoktur.
Buna rağmen, EDİT’in 21’inci yüzyıldaki Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğinin yürütücü doktrini vasfına kavuşma iddiası bâkidir.
EDİT, Türkiye’ye has bir “ulusal hissedarlık sistemi” istiyor. Kârın dolayısıyla sermaye ve mülkün tekelleşmesi yerine sosyalleşmesini, böylelikle de mülkiyet hakkının gerçekten bir “hak” olabilmesi için, herkese mülkiyet edinme imkânını kristalize etmek istiyor.
Bu anlamda EDİT’in küçük ve bağımsız küçük üreticilerin ülkede yoğunlaşmasını ve çoğalmasını istediğini söyleyebiliriz.
EDİT, neo-liberalizmin ve onunla birlikte kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı “ilerleme kültünü” değil, “insanca yaşam” perspektifini önceliyor.
Keza EDİT’in, insan fıtratının gözettiği “özgürlük-eşitlik dengesiyle” de ahenkli bir edayla yürüdüğünü tahmin ediyorum.
EDİT, devletin toplumsal sözleşmedeki ahlâkî konumunu yeniden fethedebilmesi ve toplumsal sözleşmenin bütün ihtişamıyla billurlaştığı yegâne merci olabilmesi için bir yön çiziyor.
Elbette EDİT’in çelişkileri olacaktır. Ancak bu çelişkiler faydalıdır zira diyalektiğin işleyişini süreklileştirir ve devamlı kılarlar.
Dahası, ben bir iktisatçı değilim. Ben yalnızca siyaset felsefesinden ve siyasî düşünceler tarihinden taşan müktesebatı tarihsel Türk milliyetçiliğinin sosyal-halkçı değerleriyle harmanlayarak Türkiye’deki yapısal çıkmazın mağlup edilmesi gayesiyle ortaya bir sentez denemesi çıkarmaya mesai harcıyorum.
Bu anlamda iktisatçılar, özellikle de kof kapitalizm ile kaskatı kolektivizm arasında sıkıştığını, boğulduğunu hisseden iktisatçılar pekâlâ böylesi bir taslağı, böylesi bir eskizi detaylandırabilirler veya geliştirebilirler. Hatta detaylandırmanın ötesinde onun kusur, zafiyet ve açıklarından hareketle ilkeleri bambaşka zeminlerde ele alabilirler.
Yeter ki yeni bir alternatif mühendisliği olsun.