Avrupa’da milliyetçiler ile sağ popülistler Kovid-19 salgınının tetiklediği çıkmazın fevkalade farkındalar. Dahası, devletler düzeyinde yaşanılan çelişkilerden sonuna kadar istifade etmeye de kararlılar ve boş durmaya niyetleri yok.
Avrupa Birliği’nin (AB) omurgasını teşkil eden Brüksel bürokrasisi Kovid-19 kriziyle yüzleşmek anlamında felce uğradı. Böylelikle AB’nin kuruluşundan bu yana merkez siyasetçi sınıfının alabildiğine yüceleştirdiği meşhur “Avrupa dayanışması” olgusunun aslında basit bir söylemden ibaret olduğu anlaşıldı.
Kovid-19 salgınının en yoğun yaşandığı İtalya ve İspanya gibi ülkeler kendi kaderlerine terk edildiler. Fransa İsveç’ten gelen ve güney Avrupa’ya doğru sınırlarından “transit” geçen maskelerin bir kısmına el koydu. Sırbistan yöneticileri açıkça “yalnız bırakıldık” diyerek tepkilerini dile getirdiler. AB’nin dogmaların addedilen Schengen Antlaşması askıya alındı. Alman yargıçlar ise son olarak Avrupa Merkez Bankası’na varlık alımına ilişkin attığı bazı adımlar üzerinden ültimatom verdiler.
AB bünyesindeki üye ülkeler arasında cereyan eden bu ayrışmalar ve çatışmalar beraberinde ciddi addedilebilecek bazı fay hatlarını ve bu hatlarda hareketlenmeleri de tetiklemiş oldu.
2020 yılında AB bölgesinin %7,5 oranında küçüleceği öngörülüyor. Yunanistan’ın %10, İspanya ve İtalya’nın ise %9 bantlarında bir küçülme riskiyle karşı karşıya kalacağı ihtimali Avrupa Komisyonu’nun projeksiyonlarında serdedilmiş vaziyettedir. Her ne kadar AB’yle olan bağları fiilen kopmuşsa da İngiltere’nin 1703 yılından bu yana kaydettiği en büyük küçülmeyi idrâk ettiği (ve edeceği) gerçeği de arz edilen verilerle sabittir.
Yine işsizlik oranlarında da kuvvetli bir patlama bekleniyor. 2020 yılının sonunda Yunanistan’ın işsizlikte %20’lere ulaşacağı, İspanya ve İtalya’nın da benzer seviyelerle imtihan edileceğine üç aşağı beş yukarı kesin gözüyle bakılıyor.
Elbette AB bugünden yarına hemen çökmeyecektir. Ancak tasvir edilen bu tablonun ışığında AB’nin bir dizi cüsseli sarsılmaya muhatap kalacağı aşikârdır. Sarsılmaların en serti ise şüphesiz ki içeriden gelmesi beklenen kitlesel itirazlardan mülhem olacaktır. Nitekim son günlerde bu minvalde birtakım homurdanmaların arttığını gözlemlemek mümkündür.
Avrupa’da milliyetçiler ile sağ popülistler tecrübe edilen çıkmazın fevkalade farkındalar. Dahası, devletler düzeyinde yaşanılan çelişkilerden sonuna kadar istifade etmeye de kararlılar ve boş durmaya niyetleri yok.
Geçtiğimiz günlerde Almanya, İspanya, İtalya ve Bulgaristan gibi ülkelerde milliyetçiler ve sağ popülistler ellerinde pankartlar ve ulusal bayraklarıyla birlikte irili-ufaklı protesto eylemlerine giriştiler. Hatırlanacağı üzere, bundan birkaç hafta önce Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) bazı milliyetçi gruplar da kendi bayraklarıyla sokaklara hücum etmişlerdi.
Fransa’da ise Sarı Yelekliler uzun bir aradan sonra soluğu tekrar meydanlarda alırken, milliyetçiler 30 Mayıs tarihi için bütün Fransa’da şehirlerin ana caddelerinde ve sembolik konumlarında toplanma çağrısı yaptılar.
Mevzubahis milliyetçi eylemliliğin – özellikle de Avrupa bağlamında – çok güçlü hem tarihsel hem de güncel motivasyon kaynakları var. Belirtilmelidir ki, Avrupa’da milliyetçiler 19.yüzyıldan bu yana sokak dinamiklerine oldukça aşinadırlar. Fransa’da 1880’lerde General Georges Boulanger’den 6 Şubat 1934 tarihli milliyetçi ayaklanmaya, İkinci Dünya Savaşı esnasındaki milis oluşumlarından günümüz bir kısım Sarı Yelekliler’ine değin dolgun bir pratik birikim manzumesinden bahsedilebilir.
İtalya’da 1919’ların Fiume deneyiminde şair Gabriele D’Annunzio önderliğinde popülerleşen Arditi’lerden Benito Mussolini’nin Kara Gömleklileri’ne, Kurşun Yıllar süresince İtalyan Sosyal Hareketi’nin sunduğu legal şemsiyenin periferisinde örgütlenen silâhlı yapılanmalardan günümüzde polisle çatışmaktan imtina etmeyen CasaPound ve Forza Nuova mensuplarına kadar geniş bir “eylemci milliyetçilik” yelpazesi düzenlenebilir.
Alman milliyetçiliğini de benzer bir perspektifle anlamlandırmak olasıdır. 1918’lerin Freikorps’larından Ernst Röhm’ün SA’larına, Soğuk Savaş yıllarında Michael Kühnen’lerden günümüz PEGİDA’sına uzanan devasa ve somut bir “sokak külliyatı”na atıfta bulunulabilir.
İspanya’da falanjistler, Belçika’da Rex hareketinden günümüz Flaman milliyetçiliğine, Slovakya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde bu tipolojide devamlılığa ve istikrara rastlamak mümkündür. Hâl böyle olunca, Avrupa’daki eylemci milliyetçilik formatının yeni bir hadise olmadığını, aksine bunun çok köklü bir geçmişten ilham aldığını ve söz konusu damarını açığa çıkarmak için doğru konjonktürün zuhur etmesini beklediği, zuhur ettiğinde ise gölgede saklanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bugün Avrupa’daki hareketlilik de işte bu hususî zemin üzerinde yükseliyor. Evvelâ Almanya’yla başlayalım.
Almanya’da Kovid-19 sebebiyle ülke genelinde tatbik edilen uygulamalara karşı icra edilen protestoların başını milliyetçiler ile sağ popülistler çekiyorlar. Dahası, belki İspanya örneği müstesna, Almanya’daki protestolar diğer Avrupa ülkelerindeki protestolara kıyasla hiç de marjinal bir karakterde işlemiyor.
16 Mayıs’taki protestolara binlerce insan katıldı. Protestocular kamusal özgürlüklerin kısıtlanmasından rahatsız olanlardan tutun da aşı karşıtlarından, antisemitlerden, anarşistlerden ve kimi İslâm düşmanlarından müteşekkildi. Almanya genelinde yaklaşın 20 şehirde tertip edilen protestoların sağ popülist AfD partisi tarafından bilfiil desteklendiği not edilmelidir. Şansölye Angela Merkel’in eylemleri “endişe verici” olarak nitelerken, AfD’nin önde gelen şahsiyetleri protestoculara kişisel sosyal medya hesaplarından omuz verdiler.
“Biz halkız!” sloganlarıyla yürüyen binlerce eylemci, “ne sağcıyız ne solcu – özgür bireyleriz!” diye de haykırdı. Her ne kadar kimi analistler ve merkez siyasetçiler söz konusu sloganı bir paravan şeklinde telakki edip bunun “klasik bir aşırı-sağ stratejisi” olduğunu ifade etseler de durum tam öyle değil. Fransa’da da Sarı Yelekliler “melez” bir halk hareketi şeklinde tezahür etmişti. Eylemlerde monarşistlerden anarko-sendikalistlere, milliyetçilerden sosyalistlere ve radikal Katoliklere kadar oldukça heterojen bir kitle gerçekliği saptanmıştı. “Merkez” yeni sosyolojik dışavurumları ısrarla eskinin entelektüel araç-gereçleriyle irdelediğinden dolayı böylesi hatalara düşmek kaçınılmaz oluyor.
Almanya’da bu eylemlerin önümüzdeki haftalarda (özellikle de hafta sonlarında) büyüyebileceği konuşuluyor. Ancak Merkel hükûmetinin atacağı “normalleşme” adımlarına nispetle bir sönümlenme de yaşanabileceği ihtimalini yadsımamak gerekir. Avrupa’daki protestolarda Almanya’nın ardından İspanya geliyor. İspanya’da geçtiğimiz hafta sonu ulusal bayraklarla tecrit politikalarına karşı toplu yürüyüşler gerçekleşti. Falanjistler sosyal medya hesaplarından, “#NosVemosEnLasCalles” (sokaklarda görüşürüz) etiketleriyle İspanya halkına çağrıda bulundular. Dahası, falanjistler hükûmete yönelik “#GobiernoAsesino” yani “katil hükûmet” etiketiyle de eleştiri getirdiler. Katolik doktrine sıkıca bağlı olan falanjistler İspanya’da hastanelerin yaşlılara soykırım uyguladığını belirtiyorlar. Sorumluların yargılanmasını, cezalandırılmasını ve hapsedilmesini talep eden falanjistler bu taleplerini sokağa çıkarak dillendirdiler.
Daha ilginç olanı ise, falanjistlerin İspanya’da demokrasinin sonlandığına ve siyasetçilerin bundan böyle “gayrı-meşru” olduğuna dair geliştirdikleri tezler. Falanjistler açıklamalarında İspanyolların siyasetten iğrendiklerini, siyasetçilerin İspanyol halkını yarı yolda bıraktıklarını ve İspanya’nın bugün siyasetçiden ziyade “fedakârlık ruhuyla bezenmiş kararlı insanlara” ihtiyaç duyduğunu ifade ettiler/ediyorlar.
Sağ popülist cenahta ise VOX yetkilileri, tıpkı milliyetçi falanjistlerde olduğu gibi, hükûmeti binlerce İspanyol’un ölümünden sorumlu tutuyor ve onun ekonomik çöküşteki payını çok katı formüllerle tenkit ediyor. VOX kendisini eylemlerin “patronu” ve itici gücü olarak değerlendirdiği bellidir. Muhtemelen kriz sonrasında “inandırıcı” bir iktidar alternatifi postuna bürünmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Almanya’ya kıyasla İspanya’nın Kovid-19 krizini çok daha kötü yönettiği, dahası olaylar karşısında hükûmetin güvenirliliğinin aşındığı tartışılmazdır. Dolayısıyla protestoların önümüzdeki günlerde gitgide daha kalabalık seyretmesi kaçınılmaz gözükmektedir.
İspanya özelindeki protestolarda da “özgürlük!” sözcüğü başrolde yer aldı. İspanyol hükûmeti normalleşmeyi “fazlar” (etaplar, evreler) hâlinde programladığı için, eylemlere çağrı için atılan mesajlarda “#FaseLibertad” (“özgürlük fazı/etabı”) etiketleri sıklıkla kullanıldı.
Özetle İspanya’da Pedro Sanchez iktidarı Almanya’da Merkel idaresine nispetle çok daha meşakkatli bir süreçten geçiyor ve geçecektir. Dolayısıyla İspanya’da milliyetçilerin ve sağ popülistlerin öncülüğündeki halk eylemleri ivme kazanabilir. İtalya’da beklentilerin aksine LEGA lideri Matteo Salvini krizden herhangi bir kazanç elde edemedi. Hatta krizi ucundan fırsata çevirmek şöyle dursun, Salvini’nin popülaritesi erimeye yüz tuttu.
Mayıs ayı başında partisinin parlamento üyeleriyle birlikte kendisini Meclis’e kilitleyen Salvini, hükûmetten net bir normalleşme takvimi talep etmişti. Bu medyatik manevrayla yelkenlerini yeniden rüzgârla dolduracağını umsa da Salvini başarısız oldu.
Anketlerde her geçen gün biraz daha fazla kan kaybeden Salvini tahtını İtalyan sağının yükselen yıldızı konumundaki “ulusal-muhafazakâr” eğilimli Giorgia Meloni’ye kaptırabilir. Gerçekten de Meloni’nin liderliğini üstlendiği Fratelli d’Italia partisi anketlerde büyük bir sıçrama kaydetti. Dahası, Meloni artık “en güvenilir liderler” sıralamasında Salvini’yi geçmiş bulunuyor.
Son olarak “Compriamo italiano!” (“İtalyan ürünleri satın alıyoruz!”) kampanyasıyla dikkatleri üzerine çeken Meloni, İtalyanların önümüzdeki dönemde “made in Italy” imzasının üzerine titremeleri gerektiğinin altını çizmek suretiyle büyük bir atılımın taşıyıcısına dönüştü. Meloni’nin partisi kamuoyu araştırmalarında %16 bandında mevzileniyor ki, bu partinin şimdiye kadar ulaştığı en yüksek seviyedir.
İtalyan milliyetçiler ise sağ-popülistlere ve ulusal-muhafazakârlara nispetle çok daha agresif bir tutum sergiliyorlar. Forza Nuova lideri Roberto Fiore, kişisel sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımlarda İtalya’da bir “sıhhî diktatörlük” tesis edildiği görüşünü savunuyor. Hükûmetin halkı sindirmeye çalıştığını iddia eden Fiore, geçtiğimiz aylarda özellikle kiliselerin ibadete kapatılması kararını şiddetle reddetmiş, halkı kamusal alanlarda topluca dua etmeye davet etmişti.
İtalya, İspanya gibi Kovid-19 sebepli insanî ve ekonomik yıkımın en çok hissedildiği ülkelerden biridir. Dolayısıyla ilerleyen zamanlarda Almanya ve İspanya’dakine benzer bir milliyetçi (veya sağ popülist) kıpırtı bekleyebiliriz. Ne var ki Almanya’da AfD’nin, İspanya’da ise VOX’un üstlendiği “öncü” rolünü İtalya’da şimdiye dek sahiplenen bir parti veya oluşum olmadı. Bunun bir sebebi Salvini’nin sessizliği idi. Ne var ki şimdi Meloni bu misyonu sırtlanmışa benziyor. Her şeye rağmen Meloni, siyasî tarzı itibariyle, daha mutedildir ve sağ popülistlerin aksine siyasetini kışkırtma temelinde meşrulaştırmaya çabalamamaktadır. İtalyan milliyetçileri ise sayıca kitlesel bir eylemsellik çıkarmak için yeterli değildir.
Öyle zannediyorum ki, İtalya kendine has bir protesto metodu geliştirecek ve milliyetçiler/vatanseverler doğrudan sokaklara akın etmektense, öfkelerini daha pozitif kampanyalara iştirak ederek vermeyi yeğleyeceklerdir. En azından yerleşik şartlar şimdilik bu doğrultuda bazı ipuçları edinmemizi temin etmektedir.
Nihayet Bulgaristan’da da geçtiğimiz hafta sonu çeşitli milliyetçi sokak protestoları olmuş, binlerce Vazrazhdane üyesi başkent Sofya’da polisle deyim yerindeyse bir bilek güreşine tutuşmuştu. Milliyetçiler Başbakan Boyko Borissov’un istifasını istediler ve ellerinde – tıpkı Avrupa’daki diğer örneklerde tespit edildiği gibi – aşı karşıtı ve özgürlük lehtarı sözlerin yazılı olduğu pankartlar taşıdılar.
Rahatlıkla görülebileceği üzere Avrupa’nın dört bir yanından fışkıran bir milliyetçi eylemcilik gelişiyor. Dahası, bu eylemliliğin sınırları olduğu kadar perdelenmemesi gereken bir potansiyeli olduğu da mühürlenmelidir.
Elbette Avrupa kıtası henüz “pre-revolutionary” yani “devrim-öncesi” bir koşullar toplamının içinde değildir. Hatta böylesi bir çıkış da yoktur. Ancak AB’ye bağlı geleneksel liderliğin ve Brüksel bürokrasisinin çok çetin bir sınava tabi tutulacağı şimdiden bellidir. Dahası, bilimsel çevrelerin fısıldadığı “ikinci dalga” riski göz önüne alındığında, Avrupa’da krizin devamının tahmin edilenden çok daha radikal değişimleri kaşıyabileceği bilhassa vurgulanmalıdır.
Gerçekten de milliyetçilerin, sağ popülistlerin ve dahi ulusal-muhafazakârların tepkiselliğinin temelinde salt “özgürlük” hassasiyeti yoktur. Bu, işin “teknik” boyutunu yansıtmaktadır. Esas mesele Kovid-19 krizinin fitilini ateşleyeceği derin ekonomik buhran ve söz konusu buhranın ertesinde çizilecek olan statükoya psikolojik ve siyasî açılardan kimin veya kimlerin daha hazırlıklı bir biçimde yakalanacağı meselesidir. Bu gruplar da işte tam bu hazırlığın başlangıç aşamalarını dokumaktadırlar.
Avrupa’da halk yığınları ekonomik krizleri müteakip süreçlerde ve dahi seçimlerde bizde (Türkiye’de) olduğu gibi merkez-sağa yahut liberal sava teslim olmazlar. Türk milliyetçiliğinin bu düzlemdeki eksikliğine ve bu eksikliğin nasıl giderebileceğine muhtelif makaleler aracılığıyla hâlihazırda değinmiş birisi olarak daha fazla konu dışına çıkmak istemiyorum. Ancak dikkat edilirse Avrupa ölçeğindeki tarihte her ekonomik tıkanıklığın ardından milliyetçilik, milliyetçi korumacılık ve milliyetçiliğin sosyal tasavvurları (doktrinleri) nüfuz kazanmıştır.
Bu anlamda işsizliğin artışı, piyasada daralma, ekonomik göstergelerdeki negatif etki vb. olgular Avrupa’da milliyetçi/vatansever siyaset için adeta doğal bir “kaldıraç” işlevi görür. Şahsi düşüncem odur ki, Avrupa milliyetçilerinin Kovid-19 tecridinden ziyade temel odak noktası ekonomi başlığıdır. Başka bir deyişle, tecrit sonrası üst üste binecek olan işten çıkarmaların, iflasların, velhâsıl en yakıcı ve en somut ekonomik darboğazın yaratacağı genel huzursuzluğun siyasallaşmasının “köşe taşlarını” döşediklerini düşünüyorum.
Yarının ne getireceği bilinmez ancak olayların gidişatı, AB yöneticilerinin ortaklaşa gösterecekleri (veya gösteremeyecekleri) refleksler bütünü ve milliyetçi/sağ popülist/ulusal-muhafazakâr teslisinin tayin edeceği genel strateji Avrupa ülkeleri içindeki dengeleri altüst edebilecek enerjiyi doğurabilecek kapasitededir.